onu tanıyan başkaları gibi çok şanslı bir insanım! şansım onu tanımış olmamdan...
ilk tanıştığımızda yaşı seksene yaklaşmıştı. şimdi doksanına doğru yürüyor.
eğitimini hayat okulunda tamamlayan bir insan o; bunu da sıklıkla ifade etmeyi seven.
bence pek çok bakımdan bir “ordinaryüs”, “yaşam ordinaryüsü”!
yaşamının “ikinci hayatım” dediği son onbeş-yirmi yılında sürekli okumuş, yaşamdan biriktirdikleriyle okuduklarını birleştirmiş, bir anlamda bir “bilge” olmuş.
yalnız bilgisi değil yaşamayı sevmesi ve geleceğe dair umudu, en kötü olayların gündeme getirip düşüncesini sorduğumda, bir yerlerden bulup çıkardığı “umut ışığı”yla yalnızca bana değil, çevresindeki pek çok insanın umudunu büyüttüğüne, güçlendirdiğine tanık olduğum birisi. hadi itiraf edeyim onun gibi olmak gerektiğini düşündüğüm bir “insan teki”!
uzun zamandır, doğayla iç içe kendi seçtiği bir ücra köyde yaşıyor. ben de orada rastladım ona. farklı olduğunu fark ettiriyor çünkü.
büyük kentlerin kendisine dokunduğunu söyler hep. telefonu çok gerekmedikçe kullanmaz. yazışarak haberleşmeyi yeğliyor, ama en çok sevdiği ilişki ve iletişim şekli yüz yüze konuşmak.
“görmezsem ve dokunmazsam insan da yaşam da bana sahi gelmiyor” sözü onun bu tutumunun en basit açıklaması. inancı bakışlardan, heyecanı tenin kıpırtısında, doğrulanma ve onayı ise sessizlikten algıladığını söylüyor. şimdiki iletişim yol ve yöntemlerinin hiçbirisinde bunları sağlayan bir “düzenek” olmadığını da ekliyor, sorulduğunda.
onunla tanıştıktan sonra epey sonra anlattı ikinci yaşamına nasıl başladığını. anlatırken de bunu hep yazmak istediğini, ama asla yapamadığını söyledi. o gün eğer imkânım varsa bu anlatacaklarını kaydetmemi istedi. onun yanına giderken böyle bir şey düşünmemiştim ama yine bir rastlantı sonucu eski kayıt cihazım arabamda, yanımdaydı ve onun isteği ve onayıyla anlattıklarını bire bir kaydettim.
yaklaşık iki saat konuştu, anlattı “ikinci hayat”ını. çok özel birkaç noktayı önceden “bunları yalnızca sen bil” dediği için çıkardım. bir de kafasında henüz yanıtlanmamış bazı soruları vardı, onların yanıtlarına dair tahmin ve öngörüleri için aynı “şerh”i düştüğü için onları da bir yana koydum.
tekrarları kısaltmama karşın yine çok uzun bir metin çıktı ortaya. tabii ki bir köşe yazısında onların hepsine aynen yer vermek olanaklı değil. bir kez de bu yazı için ben kırptım ve bazı yerleri özetledim. belki o çıkan bölümleri de içerecek şekilde, daha sonra bir yazı dizisi veya bir nehir söyleşi kitabının bir bölümü olarak herkesin erişebileceği bir hale gelir.
onun istediği bir şeyi, onun yerine yapıyor olmaktan kaynaklanan bir “görev” duygusuyla, ama daha çok da bu anlatılanlardan çıkarılması gereken çok önemli dersler olduğu için onları paylaşmak istiyorum.
bunları okuduğunda onun da mutlu olacağına inancım sonsuz.
dilerim daha uzun yıllar yaşar ve ondan insana ve yaşama dair daha pek çok şeyi öğrenme olanağımız olur. böyle “güzel” insanlar fazla değil yaşamda ne yazık ki! olanların da çok azını biliyoruz.
ikinci doğuş
önce kızım “arzu”yu ve onun kadar sevdiğim dört yaşındaki torunum “sevgi”yi yitirdim. hiçbir zaman anımsamak istemediğim ve son yıllara kadar, hep kendimi suçladığım bir trajedidir anlatacağım bu hikâye. insanın kendi yarattığı ve var ettiği bir varlığın yok olduğunu görmesi, onu kendi elleriyle, öperek koklayarak toprağın bağrına terk etmesi kadar insanı acıtan bir şeyin olabileceğini düşünmüyorum.
annesi, hâlâ aşık olduğum karım semiha’nın ve benim tüm itirazlarımıza karşın her bireyin kendi kararını, dolayısıyla sorumluluğunu kendisi alması gerektiğini düşündüğümüz için “olur” demiştik aslından çok erken bir yaşta yaptığı evliliğine.
“seviyorum onu baba” demişti. o zaman da sevginin bütün dertleri aşmakta en önemli imkânlardan birisi olduğunu biliyordum. “git ama bir gün kararından dönersen bu ev senin evin odan da aynı bıraktığın gibi duruyor olacak” demiştim ona.
karımı da “nasıl olsa her zaman sıkıntılarını paylaşırız, şimdi sevgi ve sevincin paylaşalım” diyerek ikna etmiştim. -keşke böyle yapmasaymışım!-
ilk zamanlar çok mutluydular. birkaç ay geçince hamile olduğunu fark ettik arzu’nun. zaten evlenmeden önce de biliyormuş, annesine de söylemiş. eşim inançlı bir kadındı. aldırmasına itiraz etmiş. zaten kızımın kocası da aldırmasını istemiyormuş, gerekçesi farklı olsa da. onun bu isteğinin kızımın dışarıda olmasını, çalışmasını istemediğinden kaynaklandığını sonradan öğrendim. torunumuz “sevgi”yi kucağımıza aldığımızda evleneli henüz yedi ay dolmamıştı. adını anne ve babası birlikte anlaşarak koymuşlardı. bütün bebekler güzeldir ama o adı gibi çok daha güzel bir bebekti.
ikinci çocuğumuzu doğumundan hemen önce düşürmesi ve bundan çok etkilenmesi nedeniyle, semiha’ya bir daha yeni bir çocuk sözünü edememiştim. iş güç ve biraz da yoksulluk vardı o zamanlarda, ama gençtim, günü geçirecek şekilde kazanıyordum. kızımı da çok seviyor ve onun her şeyinin olması için çabalıyordum. bir ikinci çocuğun varlığının, onun payını küçültmesine gönlüm elvermiyordu. sanırım karım da korkuyordu, yeniden benzer bir şeyi yaşamaktan. o da hiç sözünü etmedi. o kız çocuğu düştükten sonra doktorun taktığı spirali, artık doğuramayacak duruma geldiğinde çıkarmıştı.
ölüm ve ayrılık
kızımın evliliğinin güzelliği, birbirlerine ve çocuklarına yönelik sevgileri de çok güzeldi ve bizim mutluluğumuzu büyütüyordu. yoksul ama mutlu bir aileydik gerçekten de.
damadım ihsan babasını çok küçükken yitirmişti. annesi başka bir adamla evlenince o da amcasının yanında büyümüştü. amcasının altı yedi çocuğu vardı ve ihsan’ı okutamamıştı. doğrusu o da çok istememişti. küçük yaşta çırak olarak girdiği bir dökümhanede işçiydi. aslında yakışıklı ve zeki bir çocuktu. biraz ezik yetiştiği için olmalı, kendi ekmeğini kendisi çıkarmaya başladıktan sonra daha sert tabiatlı, “dediğim dedik” bir adam olmuş. öyle söylerdi.
evlendiklerinde kızım 19, o da 22 yaşındaydı ve askerden yeni dönmüştü. evlerimiz yakındı, sıklıkla birlikte yer, içer muhabbet ederdik. sevgi dört yaşına gelene kadar her şey güzel geçti. arzu dışa dönük, şen şakrak, ama sorumluluğunu bilen çocuktu. hep dışarıda olmak, akranlarının yaptıklarını yapmak, evine katkıda bulunmak için çalışmak istiyordu. kocasıyla ilk kavgaları bu yüzden oldu. annesine söz etmiş önce. benim sonra haberim oldu. ihsan’ın zamanla bu düşünceye alışacağını söyleyip biraz ertelemesini istedim kızımdan. canı sıkılıp dışarıya çıkmak istediğinde de yardımcı olacağımdan söz ettim. kocası işe gidince sevgi’yi alır bize gelirdi. birlikte dışarı çıkardık. biraz birlikte dolaşır, sonra onu bırakırdım, kendi isteğince dolaşır eski arkadaşlarıyla birlikte olurdu. akşama doğru yeniden buluşur eve dönerdik. sevgi’yi alır o da evine giderdi.
bir zaman sonra ihsan bunu öğrendi ve bize küstü. hiç unutmadım; bir gece kapıya geldi. çok içmişti: “ulan pezevenk kızını bugün kimlere sattın” dedi. çok ağır bir laftı ama, o da çocuktu, yaptığının farkında olmadığını biliyordum. sonra kızımın bize gelmesini yasakladı. sevgi de benim kavuşamadığım küçük kızımdı, iki kızımı da çok seviyor, çok özlüyordum. bir süre sonra ben gittim evlerine. gittiğimde kızımı tanıyamadım. çok kötü durumdaydı. dayak, şiddet, tehdit, hepsine maruz kalmıştı. sevgi’yi ise ancak kapının aralığından görebildim. alıp eve getirmek istedim, arzu istemedi. dayanamadım çalıştığı yere gittim. yok dedirtti kendisi için. akşama kadar bekledim orada, çıkmadı! başka bir kapıdan çıkıp gitmiş. üstüste birkaç gün daha gittim çalıştığı yere. yine görünmedi, ya da görünemedi. sonra bir sabah evinden çıkarken yakaladım. konuşmak istemedi benimle. ona yanlış düşündüğünü anlattım. “seni ben de babam bilirdim, bana bunu yapmamalıydın” dedi. anlamadı ya da anlamak istemedi. ben de kendimi tutamadım ve ona bir daha kızıma şiddet uygulamamasını, eğer bunu yaparsa onu öldüreceğimi söyledim o sırada. o da bana “kızın eğer dışarıya çıkarsa, asıl ben onu öldürürüm” dedi bağırarak. kendimi zor tuttum, müdahale etmedim ve gitmesine izin verdim. dört gün sonra kapıya bir polis gelince anladım her şeyi. koşarak evlerine gittiğimde, her yer darmadağın ve kan içindeydi. sevgi’nin, canım kadar sevdiğim küçük kızımın orada öldüğünü, arzu’nun da hastanede olduğunu öğrendim. dört gün boyunca elim elinde yanında bekledim. bir kez bile gözünü açmadı, bakarak bile vedalaşamadık.
ellerimle verdim toprağa canımım iki parçasını. “neden onu ben öldürmedim” diye kendimi suçladım. yaşamak istemiyordum. sonra bir süre bir şekilde onu cezaevinde öldürüp, sonra da intihar etmeyi düşündüm. ama bunun bir yolunu bulamadım. o zaman kendimi öldürmeye karar verdim. denedim de. sonra semiha aklımdan geçenleri anladı ve “önce beni öldür, sonra kendini öldürürsün” dedi. onu seviyordum ve öldüremezdim.
kızımın katilinin en üst cezaya çarptırılması için uğraşmam gerektiğini düşündüm ve intihar düşüncesinden vazgeçtim. bir ağır cezanın kızımı geri getirmeyeceğini biliyordum ama ona verilecek cezanın en üst noktada olmasını istiyordum. hukuk ve ceza kitapları aldım, adeta avukatlık tahsil ettim. davanın son kararının kesinleşmesine kadar geçen beş yıl boyunca hukukla, cezayla yatıp kalktım.
bu arada karım bir çeşit ruh hastalığına yakalandı. hiç konuşmazdı, sorulana cevap vermezdi, önüne koymasan kalkıp, bir şey alıp ağzına koymazdı. ben yıkamasam günlerce yıkanmazdı. eğer yatmıyor ya da uyumuyorsa, bir yere oturur sabahtan akşama kadar oradan kalkmazdı. 5-6 yıl sürdü bu hastalık. hep ben baktım ona. gündüz çalışıyor, geceleri de önce evin işlerini yapıyor, sonra dersime çalışıyordum.
sonunda ihsan, kızlarımın katili “24 yıl”a mahkum edildi. cezanın büyüğünü öz kızını öldürdüğü için aldı aslında. kızım için verilen cezaya ise tahrik indirimi uygulandı.
o beş yıl ölme isteğimin ertelendiği bir süre oldu.
ölmek mi, yaşamak mı?
ceza kesinleşince bu kez yaşamayı sürdürmemin nedeni, cezaevinden çıktığında onu öldürebilme ihtimalini düşünmem oldu. çünkü “iyi hal” filan deyip elli yaşına varmadan tahliye olacaktı. onun için yaşamam gerekliydi.
iki yıl sonra ihsan’ın cezaevinde intihar ettiğini ve öldüğünü öğrendik. semiha kızının katilinin bu şekilde öldüğünü öğrenince birden iyileşti ve yeniden eski hâline geri döndü. yaşamımız normale başlamıştı ki, bu kez kanser olduğu ortaya çıktı. tam kırk beş yaşındaydı! kanser kısa süre içinde onu benden aldı. o sırada da onun için uğraştım, hastane kapılarında. onu da ben koydum toprağa, kızlarımın yanı başına. artık diğer taraf da benim yerimdi.
bir yıla yakın her gün sürekli o mezarın başındaydım. karımla, kızlarımla konuştum durdum. onlara her gün söz verdim. çok geçmeden yanlarında olacağıma dair. onlar da benimle konuştular ayrı ayrı. sevgiyi ve sevginin büyüklüğünü gerçek anlamda orada, o mezarlıkta onların başındayken gerçek anlamda öğrendiğimi söyleyebilirdim. her gün onların yanına gitmekle, toprağa karışmış olarak sürekli onların yanında olmak arasında gidip geldim bu süre zarfında.
sonunda, hep orada onların yanında olmaya karar verdim. kaç para tutacağına bakmadım kendimin de içine gireceğim o mezarları bir anıt gibi yeniden yaptırdım. yıllar önce evlenmeye karar verdiğim zaman yaptığım ve o ana kadar hep birlikte oturduğumuz gecekonduyu içindeki eşyalarla birlikte sattım, fiyatı düşük tuttuğum için alıcısı hemen çıktı. birkaç kuruş birikmiş para vardı bir yerlerde, onları da çektim. sonra oturup bir mektup yazdım beni bulacak olanlara. mezarı yapanın payını, cenazem için yapılacak harcamaları, verilecek gazete ilanlarına, konulacak çelenklere, varana kadar ayrı ayrı hesaplayıp kalan parayla da ne yapılmasını istediğimi yazdım.
her şeyi tamamlayınca, son bir kez dışarı çıkıp, yıllardır oturdum mahallede tanıdığım insanları görüp, kendileri anlamadan onlarla vedalaştım. kimi anlar gibi olursa da bir seyahate çıkacağımı söyledim.
akşama doğru bir büyük rakı aldım ve eve döndüm. dört kişilik bir masa kurdum. üzerini donattım. her bir sandalyenin üzerine karımın, kızlarımın fotoğraflarını koydum. önce onlarla birlikte içecek, sonra da bu yaşama veda edecektim. bunu sağlayacak ilaç da masanın üzerinde elimin ulaşacağı yakınlıkta duruyordu.
yaşama zorunlu dönüş
sofraya oturmadan hemen önce dışarıda bir ağlama sesi duydum. dışarı çıkıp baktım. dokuz on yaşlarında bir kız çocuğu evin önündeki taşlığın kenarına oturmuş ağlıyordu. ne olduğunu anlamak için yanına oturdum. önce aç olduğunu sandım ve yemek verebileceğimi söyledim, hatta yemesi için ısrar ettim. ben ısrar ettikçe ağlaması şiddetlendi. bir çocuktu ama tanıdığım birisi olmadığı için dokunmaya da korkuyordum. uzun süre yanına oturup bekledim. sonunda ağlamayı bıraktı ve “annem çok hasta” dedi.
nerede oturduğunu sordum. oturduğum mahallenin yeni yeni gecekonduların yapıldığı uç kısmında bir yeri tarif etti. içeri girdim, ceketimi alıp çıktım. ona “hadi annene gidelim, bakalım” dedim. bir an bile olsa gözleri ışıdı, akşamın alacakaranlığında.
birlikte bir onbeş dakika kadar yürüdük. yol boyunca hiç konuşmadı benimle, ama ağlamıyordu artık. gerçekten çok yoksul bir evdi vardığımız yer. kapı yarı açıktı.
içeri girdiğimde bir köşede büzülmüş biri oğlan biri kız iki küçük çocuğun birbirlerine sarılıp ağladığını gördüm önce. sonra divan gibi bir yerde inleyen tortop olmuş bir kadının varlığını fark ettim. kız “annem” diye kadını gösterdi. kadına yaklaşırken “peki baban nerde” diye sordum. “babam yok benim” dedi biraz da kızgınlıkla. kadından inleme ile azar arası bir ses çıktı. kızına kızdığını anladım.
yanına çöküp sordum. neyi olduğunu sordum. zorlukla hastayım dedi. hastalığının ne olduğunu sordum bu kez. “bilmiyorum, karnım çok ağrıyor” dedi. sonra çok zorlanarak ağrının üç gündür giderek şiddetlendiğini, artık hareket edemez hale getirdiğini, kocasının onu hastaneye götürmediğini anlattı. kocasını sordum. “işte, çalışıyor” gibi bir şey söyledi. kıza yakında başka yakınları olup olmadığını sordum. “yok ki kimse” dedi.
kadına kocasının ne zaman geleceğini sordum bu kez. “gelmez artık” dedi. sonra da onları bu halde bırakıp gittiğini, nerede olduğunu bilmediğini söyledi. hemen evden çıktım. üç dört sokak ileride, otobüslerin son durağındaki büfeye gidip telefon ettim ve bir ambulans çağırıp eve geri döndüm. on dakika kadar sonra ambulans geldi. büyük kıza çocuklara bakmasını söyledim ve ben de kadınla birlikte hastaneye gittim. hemen yatırdılar, apandisiti patlamak üzereymiş, ameliyata aldılar.
üç dört gün, çocuklarla, hastane arasında mekik dokudum. bir haftanın sonunda taburcu oldu. hastane masraflarını ödedim. kadını alıp eve geldim. çok konuşkan birisi değildi ama söylediklerime ve yaptıklarıma itiraz etmiyordu. biraz da yiyecek alışverişi yapıp eve bıraktım. bir iki gün içinde kadın ayağa kalktı, kendi işini görmeye başladı. her gün uğruyor, durumların bakıyordum. her gittiğimde de kocasını soruyordum. hep gelmediğini söylüyordu. adını soyadını sordum ve araştırmaya başladım.
bu olay nedeniyle son anına kadar getirdiğim planımı bir kez daha ertelemek zorunda kalmıştım. bir fırsatını bulup mezarlığa gittim, karımdan ve kızlarımdan özür diledim. onlara çok geçmeden sözümü tutacağımı söyledim, bir daha. nasıl olursa adamı bulur ya da onları daha güvenli bir duruma getirir, düşündüğümü yaparım diyordum.
yeni ailem
karakollara sora sora kadının kocasını cezaevinde buldum. evden gittiği gece bir kavgaya karışmış. birisini yaralamış ya da oradakiler onun için öyle ifade vermişler, tutuklanmış, karısı ve çocuklarından söz etmemiş.
araya aracılar koydum, cezaevinde kendisini ziyaret ettim. konuştum adamla. pek bir şey anlatmadı. karısı ve çocuklarını bırakıp gittiği için suçlu hissediyordu kendisini. ona yardımcı olacağımı söyledim. bunu neden yaptığımı sorunca ben de ona kendi hikâyemi anlattım. inandı ve biraz da güvendi sanırım.
dokuz ay kadar hem ona, hem de karısı ve çocuklarına ben baktım. bir kez çocuklarını yanına ziyarete götürdüm. karısı gitmedi ziyaretine.
sonunda tahliye oldu. birlikte eve döndük. karısı bir süre konuşmadı onunla. birkaç günde bir uğruyor durumlarına bakıyor bir eksikleri olup olmadığını soruyordum. çocuklar artık bana “dede” diyorlardı. büyük kızın adı aygül’dü, onunla birlikte karımın ve çocuklarımın mezarına gittik bir gün; ona da biraz anlattım kendi yaşadıklarımı. sanırım anladı ve o da sevdi beni. eski uzaklığı ortadan kalktı.
aslında adam çalışkan ve becerikli bir adamdı, yeniden çalışmaya başladı. yaptıklarından utanıyordu sanırım, kuzu gibi, ne söylenirse yapan bir adam olmuştu. idareyi karısı eline almıştı. karısını ve çocuklarını sevdiğini hissediyordum ama bunu ifade etmeyi bilmiyordu sanırım.
mezarı yapan adama ödediğimin dışındaki param bitmeye başlamıştı. üstelik de bir evim yoktu artık. evimi satın alan adama kira ödemeye başladım. bir süre sonra fazla gelmeye başladı bu para. daha ucuz bir yer tuttum bir süre. sonra adam kendi gecekondularının yanına bir oda daha yaptı bana sormadan. bitince oraya taşınmamı istedi. kabul ettim ve orada yaşamaya başladım.
pek konuşmuyorduk, yalnızca bana ihtiyaç olduğunu hissedince aralarına karışıyordum. ben de çalışıyordum. benim de desteğimle durumları biraz düzeldi. aygül yeniden okula gitmeye başladı. kendi ayakları üzerinde durana kadar kararımı erteledim.
aygül doktor oldu
sonra aygül’ün okuması gerektiğini düşündüm. bunu anne ve babasıyla konuştum ve onları ikna ettim. aygül okuyup kendi seçimince bir şey olana kadar, gücüm ve ömrüm yettiğince ona destek olacağıma söz verdim.
yıllar böyle geçti. aygül güzel bir kızdı, sorumluluğunun da bilincindeydi, çok çalıştı, güzel okudu. tıp okudu ve bir doktor oldu. doktor olduktan sonra da onunla gittim bir süre görev yaptığı yerlere.
sonra kendi meslektaşı bir adamı sevdi, evlendi. babaları gibiydim. öteki çocuklar da okudular. artık bir kızım, bir oğlum, üç de torunum vardı. onları bırakıp bir yere gidemezdim.
ancak her şey yoluna girince, bıraktım o kenti, kendi köklerimin olduğu yere gitmeyi düşündüm önce, gittim ama kendimi ait hissedeceğim ve kendime ait olan bir şey bulamadım. sonra bu köyü buldum. çok sevdim burayı, yerleştim. biraz param olunca bu evi yaptım. iki göz ama bana yetiyor.
çocuklarım ve torunlarım geliyor. “üçüncü kızım” dediğim “aygül” ve kocası geliyor, tek çocukları, benim adımı verdikleri “küçük adaşım” dediğim torunumun çocuğuyla birlikte.
yılda bir kez gidiyorum o kente. mezarımızın orasına burasına bakıp eksiklerini tamamlıyorum. karım ve kızlarımla konuşuyorum. onlara sonrakileri ve yaptıklarını anlatıyorum. bir gün yanlarına geleceğime dair söz veriyorum. sonra yeniden buraya dönüyorum...
yaşamak çok güzel! her zaman yaşama tutunacak bir şeyleri olmalı insanın... (MS/YY)
not: bu hafta mag yazımda, birkaç gün önce sonsuzluğa uğurladığımız sevgili ata “abi” (soyer) için birşeyler yazmayı planlamıştım. 21 mart’ta ankara’da türk tabipleri birliği önünden başlayıp karşıyaka mezarlığında sona eren cenaze töreni sırasında ona dair pek çok şey konuşuldu, söylendi. benim buraya onun için yazacaklarım, hiçbir zaman orada söylenenlerden daha güzel olmayacak, bunu biliyorum. yazı için oturduğumda nedense yukarıdaki anlattığım hikâye aklıma geldi. ata soyer’e sordum, ne yapayım diye, dudağının kenarıyla güldü ve bu uzun hikâyeyi anlatmamı istedi. aramızdan giderken bile ışığı bizi aydınlatmayı sürdürüyor. iyi ki vardın, iyi ki tanımışım seni sevgili “ata abi”!