Yerel seçimlere sayılı günler kala etrafımızdaki curcuna giderek artıyor. Caddeler bayraktan geçilmiyor, adayların posterleri hiç olmadık yerlerde karşımıza çıkıyor, televizyon kanallarında iktidar ve ana muhalefet partilerinin reklamlarını izliyoruz. Kısacası bu hengameden kaçacak yer bulmak gerçekten zor. İnsanın üstüne üstüne gelen bu seçim materyallerinin, sizin ödediğiniz vergilerden finanse edildiğini düşünmek ise acıyı ikiye katlayarak dayanılmaz hale getiriyor.
Başkan adaylarının projeleri ortalıkta kol geziyor. Adaylar en çılgın projeyi kamuoyuna sunarak ilgi çekmenin yolunu arıyorlar. Avrupa’nın en yüksek binasını yapmayı vaat eden Melih Gökçek örneğinde olduğu gibi iktidarlarının simgesi olabilecek eril yapıları, çılgın proje olarak sunuyorlar. Ya da İstanbul’da yapılmış bir tüp geçit, Van’daki seçim kampanyasında puan toplamak için kullanılabiliyor.
Bu ulaşım sorununu nasıl çözeceksiniz? Konut sorununu için projeniz var mı, derken yereldeki sorunları, yapılanların kim için neden yapıldığını ağız tadıyla konuşamıyoruz. Bir zamanlar kentin dışına inşa edilmiş ama artık merkezde kalmış, kentimizin tek futbol sahasının AVM yapılacak olmasına bir türlü sıra gelmiyor örneğin. Oysa biz havadan sudan konuşmak istiyoruz. Havamızın neden kirli, suyumuzun neden kıt olduğunu, sahili olan bir ilçenin neden denize uzaktan baktığını vs konuşmak istiyoruz.
Son günlerde Sapanca Gölü’nde su seviyesinin düşmesi, olayı protesto eden bir grup çevreci ile gündemimize girdi.
Yerel yöneticilerin ‘alnımıza yazılı’ olan küresel ısınmanın bir sonucu olarak sundukları su kıtlığı sorununun çözümü de “inşallah yağmur yağacak” şeklinde oldu. Oysa Sapanca Gölü’nü besleyen kaynakların önünde kurulmuş, suyu şişeleyip pazarda satan su dolum tesislerine izin veren yine yerel yöneticiler idi. Ayrıca civarda kurulmuş 30 kadar sanayi kuruluşunun Sapanca’dan su çektiği de herkes tarafından biliniyor. Kentimizin havasını kirleten fabrikaların filtrelerini çalıştırmayarak işletme giderlerini düşürdükleri, denetim olacağı haberi kendilerine uçurulduğunda çalıştırdıkları da biliniyor ama konuşulmuyor. Ne de olsa ülkenin kalkınması her şeyden önemli. İkinci bir Dilovası olmasın diyerek kurulmasına karşı çıktığımız çelik haddehanesi Posco, etrafa metal tozları saçarak üretimine devam ediyor. İlginç olan hiç kimse Posco’nun saçtığı metal tozlarını reddetmiyor. Aksine, yerel yöneticiler “bu toz idrarla atılır, tasalanmayın” diyor, neredeyse ekmeğin üzerine serpip yiyecekler. Aklımıza Bergama’da atık havuzuna giren müdürlerin gülünesi halleri geliyor ama tebessüm bile edilemiyoruz.
Bir yanda proje çılgınlığı varsa diğer yanda da memleketin genel gündemi… Herkesin dediği gibi genel seçim atmosferinde bir yerel seçim yaşıyoruz. Tekel Direnişi’nin yarattığı “travma sonrası stres bozukluğu”nu yaşayan iktidar, önlemini Taksim Gezi Parkı eylemlerinde alarak, bu eylemleri bir direnişe çevirmeyi başardı. Artık AKP’nin, insanların sokakta herhangi bir şekilde bir arada bulunuşlarına bile tahammülü yok. Aslında bu, AKP gibi neoliberal muhafazakar bir partiden beklenmeyen bir tutum değil elbette. 8 Mart’ta Taksim’e yürüyen kadınlara bile izin vermiyor. Hastane kapısında Berkin’i bekleyenleri dağıtıyor, “Berkin için, adalet için!” diye haykıran kitlelere polis saldırıyor, su sıkıyor, gaz atıyor, gözaltına alıyor. Üstüne üstlük, tüm bu protestoları marjinalleştirerek halkına saldırmayı meşrulaştırıyor. Ayrıca bu ülke için “vazgeçilmezliğini” her fırsatta işliyor. Bir yandan Kürt sorununda çözüm sürecini baltalamak istediklerini, AKP sayesine artık kan dökülmediğini savunuyor, Kürtlerden destek istiyor. Diğer yandan istikrarın bozulacağı tehdidi ile gırtlağa kadar borçlandırdığı küçük esnaf ve emekçilerin oyunu istiyor.
İnsanların takım tutar gibi parti taraftarı olduğu bir ortamda, ‘hükümeti yıpratmak suretiyle’ seri olarak ortalığa dökülen tapeler toplumda beklenen etkiyi yaratmıyor. İş bulunca çalışan, sigortası olmayan örneğin bir inşaat işçisi ‘istikrar sürsün’ diyor. İnsanlar, ayakkabı kutularının içindeki paraların plastik, tapelerin montaj olduğuna inanmak istiyor. Zaten AKP’li bir siyasetçi çıkıp “bunlar gerçek bile olsa kimse inanmaz ki” diyerek bunu onaylıyor.
Etrafımızdaki seçim curcunası, araçlar, kornalar… Seri halde servis edilen tapeler… Hele bir de 269 gündür uyanmasını beklediğimiz çocuğumuzu uğurlamanın verdiği ağırlık… İktidarın halkına saldırması… Oysa biz yerel seçimlerde havadan sudan konuşalım isterdik. Ama olmuyor. (NE/HK)