Geçtiğimiz günlerde Hayat TV'de 2007 yılında Mumia Abu Jamal'la ilgili bir belgesel film izledim.
Jamal devrimci bir gazetecisiydi.
Irkçılık karşıtı sivri kaleminin kurbanı edilip, beyaz bir polisi öldürmekten ölüm cezasına çarptırılmıştı.
Dünyanın neresinde olursa olsun, polis komploları birbirine benziyor.
Dünya çapında yürütülen "Jamal'a Özgürlük" kampanyası sonucunda cezası ömür boyu hapse çevrildi.
Film 1982 doğumlu genç bir gazeteci tarafından yapılmış.
Jamal tutsak edildiği yıl doğmuş.
Annesinden dinlediği Jamal'ın öyküsünden etkilenmiş ve o öykünün peşine düşmüş...
Sonra da bu filimi yapmış.
Filmi yaptığında 25 yaşındaymış ve Jamal hala hücredeydi.
Yıl 2012 ve Jamal tuvalet büyüklüğünde bir hücrede 30. yılını doldurdu!
Hücrede yaşamanın ne demek olduğunu:
"Beklersin, beklersin, beklersin/ölümü beklersin/ beklersin, beklersin, beklersin!" diye özetlemiş Jamal!
Film yapıldığında Amerika'da üç binin üzerinde kişi hücrelerinde ölümü beklemekteymiş.
Üç bin küsur rakamını görünce koğuşça irkildik!
Ve öyle sanıyorum ki, şu an hiç birimiz Türkiye'de hücresinde tek başına ölümü bekleyen toplam tutsak sayısını bilmiyoruz.
Ya siz?
Siz dışarıdakiler Türkiye'de ağırlaştırılmış müebbet hapis cezasını çekmekte olan kaç siyasi ve adli tutsak olduğunu biliyor musunuz?
Peki ya günlerce, aylarca ve yıllarca insansızlaştırarak ölüm sessizliğiyle kuşatılmış bir hücrede tek başına yaşamanın nasıl bir şey olduğu konusunda bir fikre sahip misiniz?
Hayır, hayır!
Yazıma tekli hücrelerde kalan tutsakların günde yalnızca bir saat havalandırmaya çıkarıldıklarıyla başlamayacağım.
Tekli hücrelerde kalan tutsaklar bakımından bu çok önemli bir sorun olsa da; onlardan gelen mektupları okuyunca, günde bir saat havalandırmaya çıkarılıyor olmalarının tüm yaşadıklarının yanında hakikatten bir "teferruat" olduğu sonucuna ulaştım!
CİK'te ağrılaştırılmış müebbet hapis cezasının infazına dair bütün kurallar ve "haklar" ayrıca formüle edilmiş.
Yani devlet/hükümet ağırlaştırılmış müebbetlikler için özel olarak hapishane içerisinde hapishane yaratmak için hayli efor sarf etmiş...
Bütün bunlara dair koşullarım elverdiğince ayrıntıları paylaşacağım.
Ama önce ilk adımdan başlamak istiyorum.
Gözaltı tutuklanma ve yargı süreci boyunca kaldığı hapishanenin statüsüne göre bir hücre ya da koğuşta kalır ağırlaştırılmış müebbet hapis cezasıyla yargılanan tutsak(lar)...
Ceza Yargıtay'da onaylandıktan kısa bir sonra, her tutsağa "müddetname" dedikleri bir belge verilir.
O resmi kâğıtta; ne zaman tutuklandığınız, hangi cezayı aldığınız ve ne zaman tahliye olacağınız yazılıdır.
Ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası alanların hangi tarihte tahliye olacağının karşısında; "Ölünce" diye yazılıdır! ...
Tam burada bir nefes alıp, küçücük bir empati yapmanızı öneriyorum!
PKK lideri Abdullah Öcalan'ın yargılandığı süreçte Türkiye'de idam cezası kaldırıldı.
Yerine ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası konuldu.
Ve ağırlaştırılmış müebbetlikler için yasayı da, yasakları da, kuralları da Öcalan üzerinden belirlediler, formüle ettiler...
Bu yöntemin kendisi de, bakış açısı da, yasayı ve ayrıntılarını Öcalan üzerinden şekillendirilmek de, bu konudaki her şey en baştan insanlık, insan hakları, ardından hukuk ve adalet bakımından tartışılıp, mahkûm edilmesi, bu ülke yurttaşlarının, insan kalmanın temel ölçütlerinden bir ve sorunu.
Ancak, tek kelimeyle ifade edecek olursam, bunun adı: "Ölümü gösterip, sıtmaya razı etmektir" diyeyim ve yeniden "müddetname" denilen o resmi kâğıda döneyim...
Muhabbet Mardin hapishanesindeyken mazgaldan uzatılan müddetnamedeki tahliye olacağı tarihin karşısında "Ölünce" ibaresini gören koğuşdaşlarının nasıl donup kaldığını, oğuşun allak bullak oluşunu, tüm koğuşdaşlarının onu sevgiyle, ama çok büyük bir kaderle, üzüntüyle sarıp sarmaladıklarını yazmıştı.
Müddetmaneyi alan tutsak için "diken üzerinde" yaşanacak günler başlar. Çünkü her an mazgal açılıp bulunduğu koğuştan, hücreden alınıp, onu bir ömür boyu yalnızlığa mahkûm edecek günler başlayabilir!
Hazırlan gidiyorsun denilebilir!
Sonrası mı?
Kocaman bir boşluk...
İnsansızlaştırılmış kör bir hücrede her şeye rağmen yaşama mücadelesidir!
İnsan sesinden, sıcaklığından, dokunuşundan uzakta, günde birkaç defa karavana sayımı, gazete ya da bir başka nedenle açılan mazgaldan gördüğünüz infaz koruma memuru dışında dünyadaki bütün güzelliklere; hasret bir yaşamdı!
Ve daha fazlasıdır! ...
Zeynep Avcı...
Çok emin olmamakla birlikte tutsaklığının on altıncı, tekli hücrede ise üçüncü yılında!
Kapı komşusu Muhabbet 2011 başında yaşadığı üç aylık özgürlüğü "saymazsak"; tutsaklığın 14. yılında ve neredeyse bir yıldır tekli hücrede kalıyor.
Mektup arkadaşlarım Muhabbet ve Zeyno'ya hücrede geçirdikleri bir günü, yaşadıkları tecridi anlatmalarını istemiştim.
Zeyno demiş ki:
"Tüm tutsaklar gibi sabah sekizde ayakta olman gerekiyor. Kahvaltı, birazcık ortalığı toplayayım derken, saat dokuzu buluyor. Sonrasında eline aldığın bir kitap, gazete v.b derken öğlen oluyor.
Yani hücre ya da koğuşu paylaştığın başka birileriyle üç, beş cümle kurmak, bir kişide olsa bir başka insanla yaşamanın doğal akışı dışında bildik mapus halleri...
Yalnız kaldığın için her açılan mazgala bakma zorunluluğu, sürekli koşturmaca hali."
Zeynep ilk hücreye konulduğunda (2010 yaz başı), hücre kapısı kapanıp, yalnız kaldığında, kendi kendine "hayat bitti" demiş!
Bu durumu, bir kuyunun dibinde bırakılmış gibi tanımlamış.
Bir nevi yok sayılacağını düşünmüş!
Ve demiş ki; "Bu fişi çekilmemiş bir hayat değilse nedir?"
İnsanın bütün yaşamını, zamanını altı adımlık bir hücrede, insanlardan uzakta sürdürmesi, dakikaları, saatleri, günleri, haftaları, ayları ve yılları bu koşullarda yaşamaya; gerçekte ise tüketmeye mahkum edilmesi zulüm değilse, eziyet, işkence değilse nedir ki? !
Zeynep iki koca yıl yalnız kaldı...
Ta ki geçen yaz Muhabbet onunla bitişik hücreyi paylaşıncaya kadar!
İki yıllık yalnızlığında, sesine yabancılaşmış Zeynep!
Bazen kendini televizyondakilerle yüksek sesle "konuşurken", onlara laf yetiştirirken yakalıyormuş!
Bir yandan televizyonu yüksek sesle izleyip, televizyondakilere yüksek sesle yanıt yetiştirse de tekli hücrelerde kalanların yüksek sesle karşı aşırı duyarlı olmaları da tek başına kapalı kalmanın bir sonucu.
Hastaneye, mahkemeye gitmek, her tutsak gibi rutin mapusluktan çıkmak iken...
Ki bu durum beton duvarlar içinde tümüyle yalnızlaştırılmış ağırlaştırılmış müebbetlikler bakımından çok daha büyük bir değişiklik olmasına rağmen...
Hücrede tek başına yaşamanın, yalnızlaştırmanın insan psikolojisi üzerindeki etki nedeniyle; bir an önce hücresine dönmek istiyormuş Zeyno...
Tabii hücreden içeri girdiğinde onu karşılayacak "hoş geldin" diyip, halini hatırını, neler yaptığını soracak birinin olmaması başlı başına bir insanlık dışı uygulamadır, kuraldır...
İnsan nerede olursa olsun, sevinçlerin paylaşarak çoğaltır, acılarını da bu yolla sağaltır.
En kötü zamanda bir dost elinin omza dokunması; içten sevgi dolu bir bakış, bir tebessüm, teskin edici bir söz dünyalara bedeldir.
Muhabbet Mardin'den Sincan'a sevk olacağını ve ona çocukluğunda annelik de yapmış büyük ablasının kanserden hayatını kaybettiği haberini aynı gün almıştı.
Ve bir gün sonra da tekli hücredeki tutsaklık günlerini geçireceği Sincan'a götürülmüştü.
İnsan bunun nasıl bir şey olduğunu düşünmeye çalışırken bile, hakikaten aklı da, yüreği de, tüm hücreleriyle isyan ediyor.
Bunca şanssızlık içerisinde Muhabbet'in tek şansı Zeynep'le seslerinin birbirine ulaşmasıydı.
Bir süre sonra da aynı koridorda yan yana iki hücrede komşu olmalarıydı.
Muhabbet'e o günleri nasıl geçirdiğini sormuştum.
Demiş ki:
"Kaç gece boyunca hücrede dizlerime sarılıp ağlayarak sabahladım. Sabah da normal hayatıma devam ettim. Ne çok istedim bir ses duymayı. Mektuplar mı? Onlar elbette beni dirayetli kılıyordu. Fakat gerçek sesin yerini tutmaz ki..."
İnsanın demir ve beton yalnız başına gömülmesi öylesine aşağılık, insanlık dışı bir durum, bir uygulama ki!
Tek olmak hastalandığında başını tutacak bir elden yoksun olmak demektir.
İnsanı manen zayıflatan bir durum.
Muhabbet birkaç hafta önce ciddi bir rahatsızlık geçirmiş.
Yan komşusu Zeyno'ya seslenmiş, arada bir seslenip kontrol etmesini istemiş.
Düşünsenize düşüp bayıldı ya da çok daha ciddi bir sorun yaşadı...
Yardım alabilmesi için birilerinin haberi olması gerekir.
Aksi taktirde, karavana, gazete ya da bir başka gerekçeyle görevli memur mazgalı açıncaya kadar beklemesi gerekir.
Ki, o koşulda çoktan iş işten geçmiş de olabilir.
Peki ya geceleri? !
...
Yani tekli hücrede kalan bir tutsak bayılabilir, kriz geçirebilir, hatta yaşamını yitirebilir!
İnsanın bu gerçeği bilerek yaşaması, hakikaten onu soluk alıp verdiği sürece, sürekli idama mahkum etmek değilse nedir?
Bunun için Zeyno da, Muhabbet de tekli hücrede tutsak olmayı sürekli tetikte olmak diye tanımlıyorlar.
Bilirsiniz ya da duymuş olmalısınız...
Hapishanedeki tutsak doğayı; yani denizi, dağları, çiçekleri, ağaçları, çimenleri, ağaç gölgesini, bir nehrin akarken çıkardığı çağıltıyı, çocuk kokusunu, sınırsız yürümeyi, hayata ve dışarıya dair daha bir dolu şeyi özler.
Muhabbet "tek kalmanın tüm sıkıntıları, fiziki tekliğin ötesinde kocaman bir insan özlemi" demek olduğunun altını çizmiş!
Yani mapustaki her hangi bir tutsak gibi yakınlarını, arkadaşlarının, dostlarının, sevdiklerinin özlemini çekmiyorsun.
İnsan... İnsan... İnsandır özlediğin.
İki sevgili dostumun, mektup arkadaşımın yazdıklarından paylaşabileceğim o kadar çok şey var ki...
Ve ben hala ağırlaştırılmış müebbet hapis cezasının infazına dair CİK'te yer alan yasa ve yasaklara, gayri insani, zulümkar uygulamalara dair her hangi bir bilgi veremedim...
Esasında Muhabbet bu durumu çok iyi ifade etmiş:
"Devletin gasp edeceği bir hakkının olmaması bile tuhaf değil mi? Bizim statümüzde hiç hak gaspı yaşanmıyor bu yüzden."
Bu hem doğru, hem de yanlış!
Devlet illa ki gasp edecek bir şeyler bulabiliyor!
Ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası infaz edilen tutsakların açık ve kapalı görüş olmak üzere ayda iki defa görüş iki kez de on dakikalık telefon etmek hakkı var.
Ve bu hakları da çoğu zaman sudan gerekçelerle gasp edilebiliyor...
Hatta bir yıl boyunca koster bozulabiliyor, hava muhalefeti gibi gerekçelerle avukat, aile görüşleri gasp edilerek tutsaklara tam bir tecrit uygulanabiliyor.
Sonuç olarak hapishaneler gerçeği ne gördüklerimizden ve duyduklarımızdan ne de gösterdiklerinden ibaret!
Haftalardır bu gerçeğe dokunmaya, gerçek muhataplar olarak biz tutsakların dilinden yazmaya, paylaşmaya çalıştım.
Memlekette alfabenin harfleriyle yarışacak denli değişik tipte hapishaneler var.
Ve her birinde çok değişik sorunlar yaşanıyor.
Kendi adıma rahatlıkla diyebilirim ki, hapishanelerdeki bütün sorunlar bir yana, hasta tutsaklar ve ağırlaştırılmış müebbet hapis cezasının infazını insansızlaştırılmış tek kişilik hücrelerde yaşayan tutsakların durumu bir yana bugüne kadar ağrılaştırışmış müebbet hapis cezasına çarptırılanların durumu, onlara uygulanan tecrit pek dile getirilmedi.
Getirildiği kadarıyla da etkili olmadı.
Havalandırma kapılarının bir saat açılmasını protesto eden tutsaklar bir yıl boyunca kapı dövdüler.
Bu nedenle her günkü kapı dövmeye karşılık disiplin cezaları aldılar.
Ve Adalet Bakanlığı durumun değiştirilmesi, kendi koydukları yasayı uygulamak için bile hiçbir adım atmadı...
Ağırlaştırılmış müebbet hapis cezasının infazını insansızlaştırılmış tekli hücrelerde geçiren tutsakların koşullarının iyileştirilmesi için sonuç alıcı bir kampanya düşünmek ve örgütlemek, dDışarıda insandan ve insanlıktan yana olduğunu söyleyen tüm kurum ve kişilerin boynunun borcu olduğuna inanıyorum... (FE/HK)
* Füsun Erdoğan, 12 Ağustos 2012, Gebze Kadın Kapalı Hapishane