Ne olduysa oldu Meclis, yoğun bir çalışmayla "uyum yasaları"nı tartışmaya başladı.
Aynı zamanda Genelkurmay Başkanlığı da, kendi iç değerlendirmesinde belirlemiş olduğu, "çevredeki düşman ülkeler" listesinin başındaki, Yunanistan'la Suriye'yi; AB bazına uyumlu olarak, alt sıralara indirdi. Listenin başına Türkiye'nin doğusundaki bir ülke getirildi.
Oysa daha birkaç ay önce üst düzey bir militer, AB'ye alternatif olarak, İran ve Rusya ile yakınlaşmadan söz ediyordu.
Ankara'nın, Washington ve AB ile ilgili diplomatik kulislerinde ne tür rüzgarların estiğini, bendenizin bilme olanağım yok...
Ama duruma bakılırsa, bir şeyler değişiyormuş gibi görünmede...
Hoş, Meclis'in "uyum yasaları"nın maddeleriyle ilgili ne kararlar alacağı, ancak bugün belirginleşecek gazete manşetlerinde...
Dileyelim de, 21. yüzyılla inatlaşan bir "statüko"culuk ağır basmasın. Ve en azından çeyrek yüzyıl daha, bir yığın pişmanlık yaşanmasın...
***
TV kanallarından Meclis'teki tartışmaları izlerken; olmadık çağrışımlar, ikiz aynalar gibi neredeyse sonsuzlaşıyordu belleğimde...
Örneğin Rumeli folklorunun ünlü bir kahramanı olan "Deli Dılaca" öyküleri geliyordu aklıma.
Deli Dılaca, genç bir kızdı. Bir gün kapı çalınmış ve kendisi için görücüler gelmişti eve.
Görücüler arasındaki yaşlı bir hanım:
Kızım annen evde yok mu, diye sormuştu.
Deli Dılaca:
Komşuya kavga etmeye gitti, demişti.
Neden kavga etmeye gitti?
Komşu diyor ki, ben kuyularının içine sıçmışım. Annem de diyor ki, hayır içine sıçmadı, kıyısına sıçtı, sonra ayağıyla itti içine... Şimdi saç saça baş başa dövüşüyorlar.
Kemal Derviş'in, geniş tabanlı sol bir cephe oluşturma özlemi de, yine neler neler getirmiyordu ki aklıma...
Acaba Derviş, 1908 II. Meşrutiyet Meclisi'ndeki "İştirakiyun Partisi"nin, Meclis konuşmalarıyla ilgili tutanakları okumuş muydu?
Okumamışsa ve şayet okursa, kimbilir neler düşünecekti?
O dönemlerde Alman İmparatoru II. Wilhelm, Osmanlı aracılığıyla, Orta Asya'ya uzanabilmek için, İttihatçıları ve Enver Paşa'yı ırkçılığa itmişti...
O ırkçılık edebiyatı günümüze kadar sürüp geldi.
Çünkü Soğuk Savaş yıllarında, henüz Sovyetler gibi uzun menzilli füzelere sahip olmayan Washington; NATO'nun 800 askeri hava meydanıyla Sovyetler'i abluka altına almıştı. Bunlardan 60'a yakını da Türkiye'deydi. Ayrıca bir de, sözlü ve ikili anlaşmalarla kurulmuş Amerikan üsleri vardı.
Bu tür konuların Meclis'te konuşulmasını; Morrison firmasının temsilcisiyken, birdenbire siyaset sahnesine çıkıveren Süleyman Bey, asla istemez ve grubundaki çoğunluğu, bu tür konulara değinmeye kalkan muhalif konuşmacıların üstüne saldırtırdı.
***
Ayrıca herhangi bir Sovyet istilasına karşı, gerilla savaşı yapabilecek ırkçı örgütlerle; "Allahsız Komünizme, hayır" sloganlarını benimsemiş mistik partilere yeşil ışık yakılmıştı.
Gorbaçov'la Soğuk Savaş "statükosu" darma duman olunca; Washington'un özellikle Clinton döneminde, Türkiye ile ilgili değerlendirmeleri büyük değişikliklere uğradı sanırız.
Meclis'te tartışmalar sürüyordu. Kürsüden, AB'nin Türkiye'yi böleceği korkutmacılığı yükseliyordu.
Ta çok eski yıllardan beri süre gelen; sonunda, "vatan ihaneti" suçlamasına lehimlenecek, ilkel "korkutma" politikacılığı...
Bendenizin ise aklına, dağdaki bir çobanın öyküsü geliyordu.
Dağda çobanın biri, sık sık ayı pisliğine rastlar ve:
- Buralardan ayı geçmiş, şimdi bir yerlerden çıkıp bana saldıracak, diye boyuna korkup dururmuş.
Bir gün, durmadan korkmak canına tak etmiş çobanın ve ellerini açıp Tanrı'ya yakarmaya başlamış:
- Tanrım, ayıdan kork, bokundan kork; ben hep korkmaya mı geldim bu dünyaya?
Evet, ta öteden beri bizim de bazı politikacılarda, Türkiye'de doğmuş olanları, bir ömür boyu korkutup durma huyu vardır nedense...(NM)
* Vurgular bianet'e aittir.