Halil Ergün'le röportaj yapıp bitirdiğim andan itibaren "girişe" ne yazayım diye düşünüyorum...
" Devrim, 12 Eylül, sol" filan konuşuldu, röportajı 15. Altın Koza Uluslararası Film Festivali’nde Yaşam Boyu Onur Ödül'ü alması vesilesiyle yaptık, ama içimden hiç bunlardan sözetmek gelmiyor "takdim" faslında...
Şunu söylemek istiyorum, olağanüstü coşkulu bir adam, çok eğlenceli, "Emektar falan olmadım ben, onur ödülünü de inşallah böyle vermediler" diyor... Dondurmayı çok seviyor, o dondurma yerken siz çay içerseniz, içi rahat etmiyor...
Size hep, "Solcusunuz, muhalifsiniz, en çok izlenen dizide oynuyorsunuz. Bu ikisi bir arada nasıl oluyor?"diye sormuşlar... Hayat böyle keskince ikiye ayrılamayacağına göre, sizin için nerede bütünleniyor?
Benim hayatım elimin altından çoktan kaymış gitmiş. Ömür tükenen bir şeyse Nazım'ın deyimiyle yaklaşıyoruz gece yarılarına. O açıdan hâlâ beni kategorize etmeye kalktıklarında çok hoşlandığımı söyleyemem. Ben kendimi ne sinemacı, ne çok solcu gibi açıklamak istedim, ben insanlaşma denen maceradan geliyorum bunun için de sinema tiyatro yaptım. Ülkenin siyasal, toplumsal ortamında çatışmalar içinde bulundum bu süre içinde bir edâm, bir tavrım ve seçimim oldu ama bu bir yafta olmamalı.
Kimden yanasın diye sorulursa, özgürlüklerden yanayım hümanizmadan, emeğin hakkından yanayım, barıştan yanayım. Bunları bir statü gibi bir etiket gibi yaşamadım. Beni tanıyanlar 'başka türlüymüşsün' derler, gülmeyi beceremeyen, ortalıklarda olmayan biriyim, popüler ilişkilerim yok ama "bu adam solcudur komünisttir" dediler.
İncelikler peşinden koştum
Oynadığım filmler de hayata müdahale etmeye çalışan filmlerdi. İster istenez sinemada belli bir tarzın içinde oldum. Bütün bu yaşadıklarımla asla pişman olmadım.
Her zaman kendi hayatımı onurla taşıdım. Toplumsal statü peşinde koşmadım popüler olmayı seçmedim ama hep popüler oldum. Bilinen bir adam oldum.
Taşralı bir çocuk olarak çok ezilmedim yani, buna ezilmek derseniz... Ben inceliklerin peşinde koştum, "işçiler köylüler kurtulsunlar iki kilo fazla et yesinler" gibi bir siyasal tutum içinde olmadım. Birlikte bir kavgadan insanlığın daha güzel günlere gideceğine inandığımsan solcu oldum. Birilerini kurtarmak kurtarıcılık bana çok faşizan birşey geliyor.
Bir de ne zaman "vesile" olsa, Yılmaz Güney'i soruyorlar hep size... "Cevap vermesem" olmaz dediğiniz, konuşunca da o "sözcülüğe" soyunmak durumunda bırakıldığınızı hissettiğiniz oluyor mu?
Yılmaz Güney solcu olduğundan önemli değil, bir sinemacı olarak filmleri çok heyecanlandırıyor, sinemayla geniş yığınlarla dil birliği kurması ve kitleselleşmesi beni çok ilgilendiriyor. Bir de başkaldıran bir adam olması. Sanat da tarih boyunca muhalif olmuştur. Ali Kırca'ya çıktım , Costa Gavras , Atıf Yılmaz gelecek dediler. Gittim Costa Gavras falan yok, Sinan Çetin gelmiş, Sinan Çetin eski arkadaşım tanırım, gene konuşurum, ironiyle bakarım onun laflarına falan.
"Solcu olmasa daha iyi olurdu" falan dedi, cahilane konuştu, sakin durmaya çalıştım ama kalakaldım, "kaşarlanmış" değilim ben hala mahçup bir çocuğum hayata karşı, öyle yırtık değilim. Ben de "solcuydu" "Kürttü" noktasına gelmeden sinema estetiğine gelmek istiyorum, "o kabadayı filmlerinde bile şairane bir şey vardır" dedim,
Ali Kırca demez mi "ne yani kabadayılığın şiiri mi olurmuş" diye, kafamda bir şey patladı, "yerseniz" dedim. O andan sonra televizyonda olmam falan umurumda değil. Adam imzayı çakmış "Yılmaz Güney" diye, ölseniz de geberseniz de var. Sosyalizme çektiler meseleyi ben burada sosyalizm dersi verecek değilim dedim...
Hayatta oportünizmden nefret ederim, bir gün bile geçmişimle ilgili konuşmadım millet hapishanesinin kitaplarını yazdılar, onlar benim hayatıma ait şeyler, bir gün anlatırsam anlatırım....Bana daha çok mesleğimle ilgili estetik sorular sorulabilir.
Sizi kendi kuşağınızdaki aktörlerden farklı kılan nedir?
30 küsur yıllık sinema maceram var, benim gibi biri sinemada kalması zordu, ancak karakter oyuncusu olabilirdi, kötü adam olabilirdi ama ben buna direndim, kabul etmedim, estetik olarak doğru bulmadım.
Hayatta iddiam var, mütevazı falan hiç değilim. 34 senede çok ağır bedeller ödedim, insan ilişkilerimi kaybettiğim oldu, hayatı elimden kaçırdığım anlar...
İstanbul denen kentte çok fena "yan tarafa" düştüğüm oldu, hayatı yeniden kurmak zordu, Türkiye'de Kürt meselesi gibi Ermeni meselesi gibi türban meselesi gibi devlet meselesi gibi meelelerden faşizmden, milliyetçilikten sözedince "bunu nasıl söylersin" diyorlar, bir çok solcuyla ayrı düştüm. "Dört slogan beş lafla sorunlarımızı anlatan filmler çek" dendiği zaman biraz kırılıyorum...
Parasız olduğumda parasızlığımla ilgilenmediler, şimdi paramla ilgileniyorlar
Dizi, yani şu anda Yaprak Dökümü, çok ağır mesai gerektiriyor, iyi yanı da ekonomik açıdan ferahlama... Diziyle yaşamayı biraz anlatır mısınız?
Dizide kendine ait hayatı çok kolay yaşayamıyorsun, bir hafta sonraya dizi yetişecek, hastalığınız bile suçtur. 90 dakika film çekiliyor, bu Türkiye'ye has bir şey, değişmesi gerekir.
Vahşi bir macera, dostluklarım bitti eve gelince çöküyorum koltuğa uykum geliyor. Bir tarafıyla iyi, dışarıdaki pis soluklardan uzak kalmayı başardım, sanatsal çevrelerde garip bir tıkanma köhnemişlik hali var ama kendini biriktirme yenileme konusunda açmaza düşüyorsun.
Benim kuşağımın parayla ilgisi yoktu. Yoksul olmayan hali vakti yerinde bir ailenin çocuğuyum, devrimci olurken sosyalist olurken de açlığın yoksulluğun itici gücüyle olmadı, dünyanın değişmesini istediğimden kendime kurtuluş ararken sınıfsal anlayışla buluştum.
Orada da parasal bir şey yoktu. Sinemada bir estetiğin peşinde koştum. Bankada hiç hesabım olmadı. Kasabamdan getirdiğim imkanlarla yaşadım burada ev bile tutamadım, kirayı ödeyebilmek için tavizler başlamalıydı hayatımda çünkü.
En çok ödül aldığım, film teklif edilen sene bir telefon parası geldi 50 milyon... Korktum nasıl ödeyeceğim diye. Doğduğum kasaba, İznik'e gitsem domates ektirsem, geçinsem diyordum ki İrfan Tözüm'den teklif aldım.
Babaevi dizisinde parayla tanıştım... Şimdi paramla ilgileniyorlar. Parasız olduğum bir gün bile paran var mı diye kimse sordu mu? Şimdi bir aktör gibi yaşayabiliyorum, arkadaşlarımla yemek yiyebiliyorum, ödeyebiliyorum, sıkıntı çekmiyorum. Ben oyuncuyum başka işim yok ki. Bir de şu var, tv şöhreti akıl almaz enflasyonist bir şey.
Mahçubiyetten yoksun olmayan bir coşkunuz var... Sokakta tv ününüzden ötürü gelen tezahüratlarla karşılaşınca nasıl başa çıkıyorsunuz?
Asla kıramıyorum. Bazı arkadaşlarımı görüyorum kırıyorlar. Hayır o noktada onlarla varsın, onlara sunulan malla devam ediyor bu ticaret. Ben işimi çok iyi yapmaya çalışıyorum.
Sete gidince hayatımı geride bırakmıyorum ki, oraya da götürüyorum. Yaşamın lezzetini oraya da taşımaya çalışıyorum. Orası dergah gibi, yurt dışından memleketlerinden geliyorlar, ben onları nasıl kırarım yahu? Çok mu zor iki yanak vermek. Artık benim tanınmayacağım hiçbir yer yok...
Son günlerde Anayasa mahkemesi kararına ve genel duruma ne diyorsunuz?
Kendine bırakılmayan bir toplumda yaşıyoruz... Demokrasi talebi, sağlık talebi, tatil talebi gibi talepleri olmayan bir topumda yaşıyoruz. Lütfeden devlet geleneği hükmünü yürütüyor.
Anayasa mahkemesi bir parlamento darbesi yürütüyor. Açık saçık ortada.. Bu ülkede yasakçılık nereye getirdi bizi? 10 yılda bir mahvettiniz kimse hesap vermedi bu ülkede bunları söylemek için solcu olmak gerekmiyor.
İlgisiz olacak biraz ama ya aşk?
Hayatımda çok kuvvetli 3-5 aşk yaşadım. Hızlı bir erkek gibi olmayı da sevmedim, bir kadınla aşkla buluştum. Dostluklarım oldu onlar da aşktı belki, çok büyük dostluklarım erkek, kız arkadaşlarımla. Ben çok tutkun oluyorum ağır geçiriyorum aşkları.
Hangi saatte nerede ne zaman geleceği bilinmiyor. 40'lı yaşlarda artık yaşlandık derken çok çarpıldım, bir arkadaşıma mektup yazdım "İnsan 40 yaşında da aynı çılgınlıkla aşık olabilirmiş" diye.
Dostlukları da aşkla yaşarım onun dışında çok çabuk kırılırım. Ben kabalık etmemeyi seçiyorum çünkü. Sadece paramın konuşulur olması üzdü beni..
Yaşamaya ait ağır bir tutkum var. Şu anda bahar beni delirtti, balkonu çiçeklerle doldurdum. Balkona bir ip astık, annemin çok sevdiği küpeleri astım o ipe.. Dağın sesini bilir misiniz siz? Ağustos böceklerinin derinden yukarı ses fırlattığı dağ sessizliği vardır bunu hiçbir kalbi heyecan tarif edemez..
Baba rolünden hiç sıkılmadınız mı? Bir aşk hikayesinde falan oynamak istemez misiniz?
Sıkılmadım canım... İnsanın kendini anlatmaya ihtiyacı yok mu.. Oynadığım dört baba da ayrı tipte babalardı. Tutturabilirlerse orta yaş aşkını yapsınlar, oynayalım.
Türk sinemasının çok iyi oyuncuları var ama biraz dönüp bakarsan benim konumumda az oyuncu var, çok cesur karakterler oynadım. Artı ve eksi taşıyan bir kahraman olabileceğini gösteren roller oynadım..
Bunlar jön kültürüne aykırı yaklaşımlardır. Bir insan artı ve eksidir. Hep artı hep eksi olmaz..
Emektar deniyor bana. Emektar falan olmadım her dakika ayağının üstünde duran hep yeni başlayan gibi bir insan oldum. Onur ödülünü de inşallah böyle vermediler.
Hatırla Sevgili için "hiç değilse" dediler, siyasi mücadelenin "hiç değilsesi" olur mu?
Türkiye'de ,devrimci hareket ya da 12 Eylül üzerine yapılan "dönemi" ya da o döneme ait bir hikayeyi anlatan filmler fazlasıyla "romantik" hale gelebiliyorlar. Siz nasıl buluyorsunuz?
Ağır bir otosansür ülkesi burası. İnsanlar o kadar sindirilmiş ki bilinçaltı tortuları kolay kolay temizlenemiyor. Doğu'da 30- 40 bin kişi öldü diyorlar, mezralar tasfiye edildi, köyler boşaltıldı bununla ilgili film yapılamaz, devletin bu konuda kararı var, objektif baktırmaz.
Geçmişte devrimci hareket üstüne ağır bir darbe indirildi. 12 Eylül bir balyoz falan değil bir tufandır. Vakıflar kuruldu,. 68'liler vakfı, 78'liler vakfı gibi. Bu bir siyasal süreçtir bunun partisi olur. Mimar Sinan Vakfı gibi değil ki...
Filmlerde büyük acılara sentimentalist yaklaşımlar var. Oportünizm demeyeceğim oradan hareketle duygusallık anlatılıyor. Oysa orada çetin bir şey var, benim işkencemi masal gibi anlatamazsınız, benim bedenim için çok çetin mesele o.
Hatırla Sevgili falan, "hiç değilse" diyorlar... Olmaz, bir ülkenin siyasal mücadelesinin "Hiç değilsesi" olur mu...
Ermeni meselesi, Kürt meselesi, eşcinsellik, laiklik meselesi, türban meselesi var...
Filmler de mahçup yollardan görebiliyoruz. Bunun dünyada örneklerini gördüm, devrimi katliamı işkenceyi anlatan filmler gördük. Sokağa çıktığında"iyi ki yaşıyorum" diyorsun. Film yapmak söyleyecek sözün varsa söylemektir..Yılmaz Güney öyleydi onun için geçilemiyor...
Son dönem Türkiye'de sinemadaki gelişmeleri nasıl değerlendiriyorsunuz, filmleri nasıl buluyorsunuz?
Çok övgü alan filmleri görüyorum, bakıyorum ve karmaşık bir estetik anlayış var, daha çok film üretiliyor olması çok iyi, gişe filmleri var, onlar da yapılsın.
Asla tutuculuğum yok. Ama sinema çok iyi bir yere gidiyor, Türk sineması "yırttı" noktasına katılmıyorum. Nuri Bilge Ceylan'ın ödül almasından çok heyecanlandım.
Biz Cannes'da Yol'la ödül alınca* burada cezalandırılmıştık ödülün sevincini yaşayamamıştık, şimdi kendimi hatırlar gibi sevindim. Ama şunu söyleyeyim filmlerde "Biraz sinema tadı varla" yetinen bir mutluluk var gibi, daha büyük bir sinemayı özlüyorum ben. (NZ/EZÖ)
* Yılmaz Güney'in senaryosunu yazdığı ve Şerif Gören'in yönettiği "Yol" filmi 1982'de Cannes Film Festivali'nde Altın Palmiye ödülünü Yunanlı yönetmen Costa Gavras'ın "Missing" (Kayıp) filmiyle paylaşmıştı.