Karlı dağların arkasında bir Hakkari'nin, karlı dağların arasında kalmış bir köyünde kerpiç bir evdeydim. Kürtçe adıyla Kehê, Türkçe adıyla Ağaçdibi köyündeydim.
Uzaklardan köpek havlamaları geliyordu. Odanın ortasında, sobanın üstündeki çaydanlık tıslaya tıslaya bir şarkı söylüyordu. Elektrikler yoktu ya da ev sahibi Mehmet'in deyişiyle "Enerji de gitmişti."
Az önce elektrikler varken, Mehmet Roj TV izliyordu. Ben evin büyük oğlu Dilovan'a ders çalıştırıyordum. Fotoğrafçı arkadaşım, evin küçük oğlu Vedat Aydın'ın yanaklarını sıkıyor: "Ula bıldırcın," diyordu "Ne tatlısın sen, bıldırcın!" Bu "bıldırcın" sözü bana çok hoş geliyordu, gülümsüyordum.
Odanın daha aşağısında sobanın yanında iki kadın vardı. Birisi Mehmet'in karısı Dilan, bizi gözlüyor, bir şey lazım olursa diye bekliyordu.
Diğeri, ev sahibinin ihtiyar anası, Piroze Ana, kınalı saçları, rengarenk kiraz-fistanıyla sobanın kenarına oturmuş, küçük torunu Vedat Aydın'a, evdeki adıyla Vedo'ya, Hakkari'nin dillere destan yün çoraplarından örüyor, kendi kendine bir klam mırıldanıyordu.
Dışarıda inceden bir Hakkari karı alabildiğine sessiz kuyumuzu kazıyordu. Daha bilmiyorduk. "Enerji gitmezse iyidir" diye mırıldandı Mehmet. Enerji de gitti.
Saat daha akşamın sekizi. Gürül gürül yanan sobanın etrafında yedi canız. Duvarda asılı bir gaz lambasının ışığında susuyoruz. Evin tavanına sıralanmış ahşap kütüklere sobanın harlı ateşi yansıyor, ışık oyunları yapıyor.
Ben dizlerimi karnıma çekip kollarımı dizlerime sararak kavuşturmuş, pencerenin nişine oturmuşum. Boynumu kırmış, başımı dizlerime yatırmış, alabildiğine mahzun, ay ışığının aydınlattığı gecede sinsi sinsi yağan karı seyrediyorum. Ne tuhaf, diyorum, incecik ip gibi yağıyor.
İçeride Vedo başını nenesinin dizlerine koymuş: "Nene" diyor "bana bir masal anlat." Sonra ay ışığı yumuşaklığında bir kadın sesi odamızı masalla dolduruyor. Ben o masal dolu odada, nenesini çoktan kaybetmiş çocuklara özgü bir melankoliyle dışarıda ip gibi yağan karı seyrediyor, masalı dinliyorum:
"Rojek ji rojen," diyor ihtiyar Piroze Ana, insanı ay ışığı gibi başka dünyalara götüren sesiyle, Kürtçesiyle: "Günlerden bir gün, yine böyle bir 'heyhot' zamanıymış, yani zemherinin tam ortasıymış. Yine böyle pamuk ipi gibi bembeyaz incecik bir kar yağıyormuş. Bu pamuk ipi gibi bembeyaz incecik karın yağdığı yerde bir köy varmış.
Bu köyde Tahir adında apak sakallı ihtiyar bir adam yaşarmış. Bu Tahir, anadan doğma 'kör bir Tahir'miş. Hiçbir şey görmemiş ama çok şey duymuş. Gençliğinde hayatın sırrını öğrenmek için dağlara çıkmış. Dağlarla ahbap olmuş. Çiya Reşko (Cilo Dağı), Çiyae Sımbi (Sümbül Dağı) ve Kandil Dağı'yla uzun, güzel günler yaşamış, aralarından su sızmazmış.
"Ben aslında büyüyünce başı dumanlı bir dağ olmak isteyen bir çocuktum, ama Mevlam izin vermedi." dermiş meclislerde dağlara olan tutkusunu anlatmak için. Burada Vedo'nun uykulu sesi duyuluyor: "Nene" diyor "büyüyünce ben de dağ olmak istiyorum." Gülümsüyor masalın sahibi, devam ediyor ay ışığından sesiyle:
Bu 'kör bir Tahir'in yedi oğlu, yedi gelini varmış ve insanlardan çok dağlarla, sabahlarla, bulutlarla, rüzgârlarla konuşmayı severmiş. Yine böyle bir Heyhot zamanı, yine böyle incecik kar yağarken, sabah evden çıktığında tam kulak memesine bir kar tanesi düşmüş. Eriyinceye kadar kulağına fısıldamış da fısıldamış kar tanesi: "Kör bir Tahir"e samimi arkadaşları dağlardan haber getirmiş, yaklaşmakta olan felaketi haber vermiş.
Hemen oğullarını çağırmış "kör bir Tahir", emir vermiş: "Sarı öküzü kesin" demiş, sonra bütün köyü dolaşmış ve her haneyi tek tek uyarmış. "Bu kar" demiş "mirlerin düğünü gibi kırk gün kırk gece sürecek; hazırlıklı olmazsanız felaket yakındır." Köylüler bu sözlere gülmüşler: 'Dağlar mı söyledi?' demişler.
Eve döndüğünde çocuklar sarı öküzü kesmiş, derisini yüzmüş, temizlemiş onu bekliyorlarmış. Gelinlerini çağırmış: "Bütün eti kavurma yapın" demiş. Sonra yedi oğluna evin önündeki karları küretmiş, kapının önüne boyu evin damını aşan yüksek bir direk diktirmiş, direğin üzerine bir çan taktırmış.
Kar yağmış, yağmış, yağmış; çan çalmış, çalmış, çalmış; ta ki gece yarısına kadar. Gece yarısı susmuş. Ertesi sabah yedi oğlu yeniden karınca gibi çalışıp evin ve çan direğinin çevresini temizlemişler; bütün gün yine kar yağmış, gece yarısı çan yine susmuş. Bu, kırk gün kırk gece böyle sürmüş. Kırkıncı gece çan susmamış, sabaha kadar çalmış. O gece kar durmuş.
Sabah "kör bir Tahir" evin önüne çıkmış; yüzünü yeniden doğan güne, esen rüzgara sabahın tatlı serinliğine sürmüş, şükretmiş. Bastonuna dayanmış, yüzünü dağlara verip tiz bir çığlık atmış. Üç dağdan, Cilo'dan, Sümbül'den ve Kandil'den üç farklı yankı gelmiş.
Rivayet, "kör bir Tahir"in bu çığlıkla en yakın arkadaşlarına yaşadığını haber verdiğini, onlara teşekkür ettiğini söyler.
İnsanoğlunun dağlarla dost olabileceğine, sohbet edebileceğine inanmayan köylüler hiçbir hazırlık yapmadıkları için felaketten sağ çıkamamışlar. Köy, "Kör bir Tahir"in yedi oğlu ve gelininden yeniden büyümüş, zamanla eski canlılığına kavuşmuş.
*Bu masalı bundan 5-6 yıl kadar önce Hakkari'de Abdülkadir Kızılkaya'dan dinlemiştim. Ben bir kış gecesi için, bir köyevi içinde yeniden kurgularken orijinal masalı biraz çeşitledim. Ama masalın orjinali, gövdesi Hakkari'ye aittir, Abdülkadir Kızılkaya'dan dinlenmiştir. Buradan bir kez daha saygıyla selamlıyorum kendisini... (BK/EKN)
BÜLENT KALE'DEN
Hakkari'den Bir Kış Masalı
Sabah "kör bir Tahir" evin önüne çıkmış; yüzünü yeniden doğan güne, esen rüzgara sabahın tatlı serinliğine sürmüş, şükretmiş. Bastonuna dayanmış, yüzünü dağlara verip tiz bir çığlık atmış. Üç dağdan, Cilo'dan, Sümbül'den ve Kandil'den üç farklı yankı gelmiş.
Hak odaklı, çok sesli, bağımsız gazeteciliği güçlendirmek için bianet desteğinizi bekliyor.
diğer yazıları