Sararmış güz yaprakları yağmıştı sokaklara, "aşkı süpürmeye" alışkın çöpçülerin süpürge hışırtılarını beklerken.
Yeşilden sarıya evirilen güz hüznü çökmüştü. Güz hüznü çökmüştü de, yaz, inadına "ben hâla buradayım işte" diyordu.
Yaz, "Daha işim var" diyordu yüzü hâla güne(y)şe dönük Kürt coğrafyasının Dîyarbekr şehrinde.
"Bir zamanlar deve heybesinde taşınan karpuzlara merhaba demediniz ki daha!" diyordu yazdan kalma günler.
Bir de üzümleri olgunlaştıran "koruk sıcakları" vardı daha.
Coğrafyanın, dokunduğunuzda ellerinizi zamk gibi birbirine yapıştıran "şire üzümleri" de pişecekti. Üzümler pişecek, olgunlaşacaktı ki bağbozumunda kazanlar kurulup Tizyan pekmezleri, Lice'nin kef sucukları, Eğil'in bastıkları yapılsın.
İncir de geliyordu, Çermik'in bardak incirleri peşleri sıra.
İşte bu ruh hâli içinde ve beklentisindeyken 12 Eylül sabaha karşı duydum sesini reno'daki polislerin.
Sokakta şafağın karanlığı aydınlık alacasına dönerken sokağımızın sakinleri sokak köpeklerine ve henüz asfaltlanmamış Ofis Cami sokağına (Şimdiki Sanat Sokağı) camiyi gören ikinci kattaki evimizin penceresinden bakakalmıştım.
Sabah ezanının sesi ile polisin sesi birbirine karışmıştı. "Allahu ekber", "İkinci bir emre kadar sokağa çıkma yasağı ilan edilmiştir".
Kürt Meselesi ile ilgili yollarımız epeyce önce ayrı düştüğünden, üyesi olduğum Türkiye İşçi Partisi'nden istifa etmiştim. Arayış içindeydim. Yüzüm ve gönlüm Kürt siyasal talepkârlığından yanaydı.
Kürt talepkârlığına gönlüm elveriyordu da!
Onca parçalanmışlığa, Türk solundaki yoğun kamplaşmaların birbirini kırar, telef edercesine Kürde değen yüzüne de doğrusu bir anlam veremiyordum.
Bir yandan da "Vulgar Stanilizm" eleştirel metinlerine ilgi duyar olmuştum. İngiliz Troçkistlerinin yayınlarını okuyor, Birikim Dergisinin Stalinizm Özel Sayısını defalarca okuyordum.
Bu ruh halindeyken!
Sormuştum kendime "Sahi, şimdi biz ne olacaktık?".
Devrim arifesindeydik ya!
İşte şimdi darbe gelip dayanmıştı kapıya.
Ötesi yoktu.
O halde evvela "çevre temizliğinden" başlamalıydım.
Kendimce tehlikeli bulduğum, kitap okumalarımdan aldığım notlar, kestiğim gazete kupürleri, bilcümle tehlikeli yayınlar doğrudan sabah şafağında sobalı evimizin banyo sobasına boca edilmişti.
Tamam, da ölçü yoktu ki! Neyi ayıklayacaktık...
Sonra akşamüzeri beşle yedi arası "zaruri ihtiyaçlar" için sokağa çıkma yasağına ara verildiği duyurulmuştu. Hızla birkaç arkadaşla buluşup, başta "Demokrat" olmak üzere diğer gazetelerin köşelerinde bir şeyler aramış gazeteler erken basıldığından beklentimizi bir sonraki güne bırakmıştık.
(Beklenen ve tezgâhlanan) Darbe nihayet gelmişti.
İki gün sonra Vilayetin karşısındaki Jandarma Merkez Komutanlığı'nın toplanma yeri olacağını ve ev baskınlarından toplanan devrimci demokratların, yurtsever devrimcilerin yıllar sonra kötü ünü dünyaya yayılacak Diyarbakır 5 Nolu'ya doğru götürüleceklerini öğrenecektik.
Evet güz hüznü çökmüştü kara talihli Kürdün gönül "payitahtına".
Ama bu hüzün öfkenin hüznüydü sanki! Sararmış güz yaprakları yerine, upuzun seneleri kapsayacak kan, kin, öfke, işkence, ölüm ve zulüm kusacaktı sistem.
Üçbin küsur sene evvel şehirde hükmetmiş bir kral, Asur Kralı 1. Adad-Nirari'den kalma bir kılıç kabzasının üzerin(d)e şehrin adı işlenmişti; Amid.
Kabzasında şehrin adı yazılı kılıçtan kan damlıyordu ve o gün bu gündür şehir ve coğrafyası 12 Eylül'leri hep yaşıyordu.... (ŞD/EÖ)
*Bu deneme, Editör Ömer ASAN tarafından Heyemola Yayınları için hazırlanan "12 Eylül Sabahı" kitabı için yazılmıştı. Kitap 12 Eylül 2010 günü çıktı. Ufak düzeltmelerle paylaşıyorum.