Radikal geçtiğimiz Pazar günü (19 Haziran 2011) İstanbul polisinin yeni Güven Timleri'ni ve onların "başarılı" ve "yenilikçi" icraatlarını baş sayfadan duyurdu. Haberin de aktardığı gibi bir sivil polis birimi olan Güven Timleri İstanbul'da Ağustos 2009'dan beri sokaklarda, hastane koridorlarında, alışveriş mekânlarında türlü kılıklarla kol geziyor, vatandaşları mağdur eden suçluları suçüstü ele geçiriyor. Güven Timleri'nin mucidi olan Hüseyin Çapkın benzer birimleri Huzur Timleri adı altında İzmir'de de kullanmış, özellikle küçük sokak suçları tabir edilebilecek bir takım suçlara karşı başlattığı topyekûn mücadeleye eklemlemişti. Hali hazırda güvenlik aygıtlarıyla sarılmış olan gündelik yaşamamıza polisi daha da müdahil ederek güvenliğimizin sağlandığı söyleniyordu. Keza, emniyetin verdiği istatistikler yeni birimlerin çalışmalarının suçta ciddi düşüş sağladığını iddia ediyor. Haber diyor ki: "Yetkililere göre timlerin başlamasıyla asayiş olayları yüzde 80 azaldı."
Burada bir virgül koyarak Radikal'in Güven Timleri'ne ayırdığı sayfanın diğer köşesinde yer alan diğer bir habere değinmek istiyorum. Vesikalık resmiyle kocası tarafından öldürüldüğü duyurulan 57 yaşındaki Fatma Bağcı'nın haberi bu. Fatma Bağcı kocasından gördüğü şiddete artık dayanamayarak savcılığa başvurmuş, kendisi sığınma evine yerleştirilip kocası da kısa bir gözaltından sonra serbest bırakılmış. Denizli'de kaç kadın sığınma evi vardır bilinmez ama olanı da bulması zor olmasa gerek, gözü dönmüş kocası elinde namlulu tüfeğiyle sığınma evine 200 metre uzakta sokak ortasında Fatma Bağcı'yı infaz etmiş.
Aktarılan habere artık şaşırmıyoruz bile. Bu ne bir ilk ne de bir son. Son istatistiklere göre, bu topraklarda her gün 3 kadın kocaları, akrabaları, sevgilileri ya da reddettikleri adamlar tarafından sokak ortasında, ev içinde, ya da bir kafede infaz ediliyor, öldürülüyor. Ve bu sayı, sadece ölen, erkek şiddetine yitip giden kadınların sayısı. Her gün kaç kadın dayak yiyor, her gün kaç kadın tecavüze uğruyor, her gün kaç kadın türlü şiddete maruz kalıyor?
Bu karşılaştırmanın -yani İstanbul Güven Timleri'nin saygıdeğer vatandaşlara sağladığı "güven ortamı" ve kadınların içinde yaşadıkları güvensizlik hali- amacı, polisin hali hazırda katlanarak arttırdığı personel sayılarını daha da arttırmasını önermek değil ama güvenliğin dağılımı hakkında bir iki gözlemde bulunmak. Kadına şiddet sadece bir güvenlik sorunu değildir, toplumun içine işlemiş erkek egemen ideolojiler ve pratiklerin ve kadın bedeninin kontrolünün bir parçasıdır. Bu sebeple bunu salt polisiye bir yöntemle çözmek de mümkün değildir. Hele hele kendisi de erkek egemen bir kurum olan polis ve onu destekleyen hukuk sisteminin bu haliyle kadına karşı şiddete bir çözüm üretebileceklerini düşünmek kanımca yanlış olur.
Öte taraftan suç her haliyle sadece polisiye bir konu değildir. Onu yaratan ve üreten toplumsal süreçler anlaşılmadan yine salt polisiye yöntemlerle suçla savaşmak belki "saygıdeğer vatandaş"ın, şehirlerin orta sınıflarının hayatlarını görece bir şekilde daha güvenli hale getirebilir. Ama bu yöntemler, hem suçu üreten koşulları değiştirmeyecek, hem de karakol-mahkeme-cezaevi üçgenine sıkışmış geniş bir nüfusun güvenliğini de elinden alacaktır.
Cezaevleri suçu engellemez, ancak belli kesimlerin suçlulaştırılma süreçlerini derinleştirir. Keza Güven Timleri'nin de dahil olduğu yeni zaptiye stratejilerine göre polisin dikkatle yoğunlaştığı, belli kesimler, belli mahaller, belli sınıflardır. Görenler, deneyimleyenler bilirler, İstiklal'de yolda durdurulup sebepsiz ayakkabısına kadar arananlar kentin orta sınıfları değil yoksul görünümlü, İstiklal'in eğlence tüketimine dahil olmayan, belki de Tarlabaşı'ndaki evinden dolaşmaya çıkmış genç bir Kürt, ya da polisin "gözünün tutmadığı" zatlardır.
"Genel ahlakı bozduğu" iddia edilerek tutuklananlar yolda kadınları taciz edenler değil, toplumsal cinsiyet sınırlarını aştıkları için kendi kapılarının önünde bile polisçe tartaklanan transseksüellerdir. Hüseyin Çapkın'ın İstanbul'a tayinin hemen akabinde polis "kabahatler" yasası kullanılarak Taksim civarında yaşayan ve çalışan transseksüel bireylere ceza yazarak onların varlıklarını suç olarak tasnif etmişti.
Burada sorun şudur, güvenlik herkesin hakkıdır: Kadınların, transeksüellerin, yoksulların, Kürtlerin de. Polis ise kendisini saygıdeğer vatandaşların koruyucusu olarak görmekte, yeni profesyonelleşme atılımlarıyla onların onayını da kat be kat almaktadır. Polis sadece suçla savaşmaz, belli suçlarla savaşır. Belli suçlar için kaynaklarını, personelini, teknolojilerini kullanır. Polis toplumun içinde tarafsız bir yasa koruyucusu değil, belli bir düzenin yaratılmasında ve yeniden üretilmesinde etkin bir kurumdur.
Bu düzen Türkiye'de öncelikle neoliberal kapitalizme, ırkçı ve erkek egemen bir mentaliteye göre şekillenmektedir. Tam da bu sebeple, bu düzenin düşmanları ya da ötekileri kim olursa olsun onlara güven değil güvensizlik reva görülmektedir. Hopa'da bir solcu biber gazıyla ölür, parasız eğitim isteyen gençler yıllarca hapislere tıkılır, varoşlar polis ablukasında tutulur, kadınlar en iyisi eve kapanmalıdır. (ZG/ŞA)