Sevgilimi kaybettim. Onu Halikarnassos topraklarına kendi ellerimle gömdüm. Halikarnossos halkı Lelegler ve Karyalılar onu benden çok seviyorlarmış meğerse.
Güller, karanfiller, kır çiçekleri onun üstünü örttü, çiçeklerin çokluğundan toprak gözükmüyordu. Şimdi onu toprak, çiçek ve insan sevgisiyle baş başa bırakıp gitmek zamanıydı. Ne acı!
Yüreğimi ve sevgilimi öylece toprağa verdiğim gibi, orada bırakıp gittim.
Yağmurlar yağacak, Gülçin önce toprak olacak, gökyüzüne çıkacak. Sonra yağmur, sonra yağmur damlası olacak. Halikarnossos martılarının kanadına damlayacak, onlar kanatlarında Gülçin’i Moda sahillerine kadar getirecek, bir alçalacak bir yükselecek ve bir yağmur damlası gibi Gülçin toprağa yeniden düşecek.
Ben, zamansız zamanlarda, Halikarnossos martılarını Moda’da bekliyor olacağım.
Ne uzun yolculuk, günlerce sürer git git bitmez. Yazık değil mi martılara, yazık değil mi yağmur damlasına, ne gerek vardı bu kadar uzun yolculuğa…
Koskoca ben, bi Gülçin’i Moda’da tutamadım ya, yazıklar olsun bana. Yok, artık işte, yok!
“Bütün tariflerin canı cehenneme! Ben onu bunu bilmem; “Aşk” bir başkasından sana dönen sevinçtir. Hem nasıl bir sevinç! Gözleri parlar insanın, pırıl pırıl olur” demişti.
Yüzüne baktığımda, yüzüme baktığında pırıl pırıl olurdu gözlerimiz. Çok özleyeceğim onu.
Sevgilimin ardından ağlamak zor geliyor. Kendimi yıllardır ağlamaz biliyordum. Ağlıyorum işte. Ama mutluyum, çünkü benim de gözyaşlarım varmış, hafif tuzlu ve birazcık sıcak. Demek ağlayabiliyor muşum!
Arada bir ve hiç olmadık zamanda durup dururken ağlarsam eğer Gülçin yüzündendir. O da bazen şaşırtırdı, durup dururken sevdiklerini hatırlar ve ağlardı. Şaşıranlara şöyle demişti: “ Hele bi gün, güneyde bi teknede, rakı sofrasında oturuyoruz. Mina ve Muhlis nasıl da şaşırmışlardı, çünkü ben sanki Şadan’ın ölümünü yeni duymuşcasına ağlamaya başlamıştım. Ne oluyor, diye sorduklarında, onları, insanın gülmesi, kahkaha atması neyse, hüzünlenmesi de aynı şey, diyerek yanıtladım. Demin hep birlikte gülüyorduk, şimdi bırakın ağlıyim dedim. Sevdiğin bir insanın yokluğuna alışmak kolay mı? İşin belki de ölüm kadar acı yanı, bir süre sonra alışıyorsun, evet yok işte diyorsun, yok! Alışmayıp da ne yapacaksın, yine o klasik deyimle, yaşam devam ediyor…”
1 Şubat 2013 tarihinde Eskişehir’de yaptığım bir konuşmamın bir bölümünü çok şahsi hissederek Gülçin’e olan sevgimin bir tezahürü olarak gördüğüm için atlamıştım. Bu yazı zaten “çok şahsi” olduğuna göre, oldu olacak bu bölümü de yazmalıyım.
Eskişehir’de konu biraz hukuk, biraz hukukçuluk ve bir az da avukatlar üzerineydi. Kısa konuşma yapmalıydım. Tam da Çağdaş Hukukçular Derneği’nden avukat meslektaşlarımın tutuklandığı günlere rastlamıştı. Ne söylemeliydim? Konuşmamın atladığım bölümü şöyleydi: “ Belki bir şiirin ilk iki dizesini söylemeliyim… Nazım Hikmet’in “Saat 21-22 Şiirleri” ile “Rubailer” ve “Dört Hapishaneden”. İki kitabı da yayınlayan Memet Fuat hakkında ceza davası açılmış. Dava görülecek, savunma yapılacak. Avukat lazım. O zamana kadar tanımadığı iki avukat bulur. Birisi Av. Gülçin Çaylıgil, diğeri ise Av. Ziya Nur Erün. Şiirler yargılanır ve beraat eder. Sonrasını Memet Fuat’ın 27 Temmuz 1996 günlü Cumhuriyet gazetesinde yayımlanan “Şiiri Savunan Avukat” başlıklı yazısının bazı bölümlerinden okuyalım: “ Türkiye’de neler yaşandı, Gülçin Çaylıgil ile onun gibi insan haklarına saygılı avukatlar ne davalara girip çıktılar, insanlık onurunu korumak için ne büyük savaşımlar verdiler. Onca savaşın yanında iki şiir kitabının aklanmasının sözü mü olur!
İçinizde şiirler söylenmiyorsa şiiri savunamazsınız…
Çağdaş Hukukçular Derneği, geçen hafta düzenlenen bir törenle, çalışmalarında “ insan haklarını ön planda tuttuğu için”, Gülçin Çaylıgil’e “Çağdaş Hukuk Mücadelesi İçin Emek Ödülünü”nü verdi. Daha önce, sırasıyla, Halit Çelenk, Server Tanilli, Emin Değer’e verilen bu ödülün, bir güzel insana daha verilişini anlatan satırları mutlulukla okurken, kafamda Saat 21-22 Şiirleri’nin, Dört Hapishaneden’in dizeleri dolaştı durdu.”
Yazı şu cümleyle bitiyor: “Berlin’de yargıçların olması yetmez, şiiri savunabilecek avukatınız var mı?”
Çok şükür, adı geçen savunmanların tümünü tanıdım. Yan yana duruşmalara girdiğim için kendimi şanslı ve mutlu ve bir o kadar sorumlu sayıyorum. Adı bende saklı bir avukat arkadaşımın Gülçin için benimle paylaştığı bir mutluluğu var. Sizlerle paylaşmalıyım. En büyük mutluluğum, ben Av. Gülçin Çaylıgil’in paltosunun içinden çıktım.”
Dediğiniz ve ölümü üzerine yazdığınız haberlerdeki gibi olsun. O devrimciydi, o sosyalistti, insan hakları savunucusuydu, o avukattı. Mezarını örten çiçekler gibi yaşadı. Yaşadığı yaşam gibi hepimizi yaşamıyla etkiledi. Güzelleştirdi, aydınlattı. Çok insan savundu, çok savunmalar yaptı, çok güzel yaşadı. İnsandı, insanları severdi, yürekliydi.
Ben seyrettim, o tarih yazdı.
Dostlarından hiç kimseyi hiçbir zaman yarı yolda bırakmadı. Hatta onlardan mezarına bir gül, bir karanfil, birkaç söz göndermelerini bile beklemedi. Kimseye gönül koymadı, giderken kırgın değildi. Kimse kendi kendine üzülmesin. Benimle söz gönderenler, benimle karanfil ve çiçek gönderenler bilsinler ki tüm sözlerinizi Gülçin’e söyledim, tüm çiçeklerinizi mezarına bıraktım. Hatta onu son kez anmak için söz göndermeyenlerin sözlerini ve çiçeklerini de…
Zaten her şey “yürekte” değil mi ve zaten bütün mesele;
“Tahir olmak ta ayıp değil / Zühre olmakta / Hatta sevda yüzünden ölmekte ayıp değil / Bütün iş Tahir ile Zühre olabilmekte yani yürekte.” değil mi? (Fİ/HK)
Fikret İLKİZ. 15 Nisan 2013