Temelde "en ziyade müsaadeye mahzar millet" hükmü içeren belgenin önemi ekinden kaynaklanır. Burada İmparatorluğun Amerika'dan savaş gemisi alma iradesi beyan ettiğini görürüz.
Ancak irade beyanına rağmen gemi alınamaz. Çünkü gemi satışı ve Avrupa'nın işlerine karışmak Amerika'nın o zamanki küresel stratejisine, yani 1823 tarihli Monroe Doktrini'ne aykırıdır.
Amerikan mandası, Ermenistan mandası
ABD ile Türkiye'nin yolları I. Dünya Savaşı sonrasında bir kez daha kesişir. 8 Ocak 1918 tarihinde zamanın Amerika Başkanı Woodrow Wilson Kongre'de ülkesinin savaş sonrası düzen için düşündüklerini 14 maddede açıklayan bir konuşma yapar ve konuşmasının bir kısmını da münhasıran Devlet-i Ali'nin geleceğine adar. Bunun üstüne işgal altındaki Türkiye'de Amerikan mandası tartışmaları başlar.
Hatta 1919 sonbaharında Ermenistan mandası için görüşmelerde bulunmak üzere Anadolu'ya teşrif eden General James Harbord başkanlığındaki heyet Mustafa Kemal'in bile Amerikan mandasını tercih ettiğini rapor eder.
Fakat bizim Kurtuluş Savaşı'ndan başarı ile çıkmamız ve Amerika'nın elini eteğini dünya işlerinden çekmesi yüzünden ilişkiler yine askıda kalır.
Missouri, Truman doktrini, Kore
Üçüncü kesişme, II. Dünya Savaşı sonunda içine düştüğümüz yalnızlıktan ve Sovyetler Birliği baskısından kurtulmak, geleneksel müttefikimiz İngiltere yerine Amerika'yı ikame etmek için harcadığımız çabaların sonucunda 5 Nisan 1946'da Missouri Zırhlısı'nın İstanbul Dolmabahçe önüne demirlemesiyle gerçekleşir. Bundan sonra Amerika Türkiye'nin Sovyet yayılmacılığı karşısındaki "jokeri" olur.
Askeri ve ekonomik yardımın kapıları açılır. Truman Doktirini, Marshall Yardımı derken, Türkiye Kore Savaşı konjonktüründe arka kapıdan da olsa kendini 1952'de Amerika sayesinde NATO'nun içinde bulur.
Artık Amerika'nın stratejisi değişmiştir, Sovyet yayılmacılığından korkulmaya, komünizm "her yer için" tehdit olarak görülmeye başlanmıştır. Dönem dominoların, etki alanlarının, Ortadoğu'ya sarkmasından endişe edilen ülkelerin dönemidir.
Küba, Kıbrıs
Her istediğimizi yaptıramasak da yeni keşfettiğimiz dostumuzla ilişkilerimiz 1960'lara kadar fena gitmez. İlk bunalım 1962'de yaşanır. Küba'ya yerleştirilmeye çalışılan Sovyet füzeleri karşılığında güvenliğimizin şaşmaz garantisi olarak gördüğümüz Jupiter'lerin sökülmesinin önce gündeme gelmesi, sonra da sökülmesi biraz moralimizi bozar.
Ama asıl sorun 1964'te dönemin başbakanı İsmet İnönü'nün diplomatik bir manevrayla Kıbrıs'ta olan bitene Amerika'yı kendi yanına çekmeye çalışması sırasında yaşanır.
Zamanın ABD Başkanı Lyndon Johnson Aralık 1963'ten itibaren gemi azıya alan Rumları dizginlemek için külfete girmek istemez. Bazı araştırmacılara göre askeri olmaktan çok siyasi nitelikte olan Türkiye'nin adaya müdahale teşebbüsleri, sonunda Johnson'u bize karşı harekete geçirir ve ilk iş olarak Ankara'ya zehir zemberek bir mektup yazar.
Johnson mektubu
Johnson, Türk-Yunan savaşını görmek istemediklerini, verdikleri yardımı bu şekilde kullanamayacağımızı, Sovyetler kızar da saldırmağa kalkarsa NATO'nun Türkiye'yi korumak istemeyebileceğini lisanı münasiple anlatır.
Doğal olarak Türk tarafı bu mektuptan çok alınır ve 13 Haziran'da gereken cevabı verir. Sorun 22-23 Haziran 1964'te Başbakan İnönü'nün Washington ziyareti sırasında biraz geçiştirilir.
Flörtte özen, haşhaşa yasak
Ancak Ankara bundan ders çıkartır ve büyük devletlerle bir daha tek başına flört etmemeye özen gösterir. Zaten bu ders bir buçuk yıl sonra 13 Ocak 1966'da Hürriyet gazetesinde "Hadiseler Yaratan Mektubun Tam Metnini Açıklıyoruz" sür-manşeti ile yayınlanınca tüm Türkiye tarafından da paylaşılır. Fakat başımız Amerika'yla asıl 1970'li yılların ortalarında derde girer.
Bilindiği gibi Amerika'dan gelen baskılar ve verilen sözler sonucu Haziran 1971'de ara rejimin Nihat Erim hükümeti Türkiye'de haşhaş ekimini yasaklar.
1973 seçimlerinden sonra iktidara gelen Bülent Ecevit liderliğindeki koalisyon hükümeti ise sanki Amerikan baskısına dayanabilecekmiş gibi düşünmeden taşınmadan haşhaş ekimini serbest bırakır.
Kıbrıs'a ambargo
Ardından bir de Türkiye Kıbrıs'a müdahale etmek zorunda kalınca Kongre Aralık 1974'te ünlü ambargo kararını alır.
Aradan geçen yıllar zarfında çok şey olur. Süleyman Demirel, Turgut Özal ve hatta Bülent Ecevit Amerika'ya bol bol gider. ABD başkanı Bill Clinton Türkiye'ye gelir. Biz de değişiriz, onlar da. Fakat Türklerin kırılan gururlarını onarmak kolay olmaz.
Ders kitaplarında kendilerine dar zamanda yardım eden Amerika kadar, yüz üstü bırakan Amerika'yı da okurlar. Gazetelerine PKK'ya yardım eden Amerikalıların resimleri yansır. Sol kesim zaten oldum olalı Amerika'ya, ama ondan çok Amerikan emperyalizmine karşıdır.
İşbirliği ve güvensizlik
Eski genelkurmay başkanları bile Amerikalıların Kuzey Irak'taki marifetleri konusunda ilginç açıklamalarda bulunur.
Türkler Amerika ile menfaatleri doğrultusunda işbirliği yaparlar, ama tıpkı günümüzde olduğu gibi ona asla güvenmezler. Üstelik bu güvensizlik devletlerin birine olan standart güvensizliğini, "Sévres sendromumuzun" normal boyutlarını kat ve kat aşar.
Amerikalılar ise müttefikleri Türkiye'nin gönülsüzlüğünden yakınırlar, gazetelerinde sayfa sayfa karikatürler yayınlarlar. Irak krizi yüzünden çok para sızdırmaya çalıştığını yazıp çizerler.
Meşruiyet ne?
Türkiye'de sorunun barışçıl yöntemlerle çözülmesini isteyenlerin yanlış varsayımlara dayalı, ancak etkili çağrılarını küçümserler. Türkiye'nin neden bölgedeki diğer "müttefikleri" gibi kolayca Amerikan isteklerine boyun eğmediğini, neden her şeyi kılı kırk yararak kayda geçirmeye çalıştığını anlayamazlar.
Çünkü pek çok Amerikalı meşruiyet sorununu çoktan unutmuştur. Birleşmiş Milletler (BM) Şartı, 687 ve 1441 onlara pek bir şey ifade etmez. Anayasamızın 92. maddesi üstüne süren tartışmalardan, yapacakları keyfi müdahalenin bizim için doğuracağı ekonomik sonuçlardan, Irak'ın parçalanmasının bölgesel etkilerinden habersizdir.
Johnson mektubunu, Kongre ambargosunu, istihbarat servislerinin Kuzey Irak maceralarını deseniz hiç bilmezler ya da bilmezden gelirler. Sonunda da müdahale planlarını alt üst eden Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin kararına toslarlar...(MA/NM)
*Mensur Akgün, İstanbul Kültür Üniversitesi (İKÜ) Öğretim Üyesi ve Türkiye Ekonomik ve Sosyal Araştırmalar Vakfı (TESEV) Dış Politika Direktörü.