90’ların ikinci yarısında, o kaotik ve coşkulu müzikal kalabalığın ortasında döneminin modası neon renklerin, garip dekorların içinde yerlerde yuvarlanır, sabır çekerken bulduk onu. O anda henüz 26 yaşındaki genç Göksel, müzik dünyamızın değişmez önemdeki etiketlerinden “bir Sezen Aksu okulu mezunu” diye tanıtılıyordu kamuoyuna. Halbuki örneğin aynı sene aynı pazarlama taktiği ile piyasaya çıkarılan, hem de bir Aksu şarkısı olan Ahmet ile çıkan Deniz Seki’den de, benzer diğerlerinden de hem daha farklı, hem de oldukça daha iyiydi. Hep de öyle oldu.
Bizde ilk albümünden sonra uzun sure ortalıkta olmamanın faturası çabuk kesilir. Tek atımlık barutluktan başlarsınız, balonunuzun çabuk sönmesinden, nefesinizin tıkanmasından çıkarsınız. Bizim gibi şarkıcı olmayanların anlamakta güçlük çekeceği bir süreç olsa gerek diye düşünürüm hep: Bir anda tüm dengeler değişiyor, hayatınız dönüşüyor, hele ki şarkı yazan da bir tipseniz baş başa kaldığınız kendiniz başkalaşıyor, ya da belki bu imkânı bile bulamaz hale geliyorsunuz. Belki bir daha hiç o ilk albümü hazırlayan insan olmuyorsunuz.
O yüzden, bence birinci değil, ikinci albüm aslında daha önemli. Arkasındaki dinamikleri kim bilir, ama dört yıllık bir aradan sonra gelen ikinci Göksel albümü (adı Körebe’ydi ama kimse pek umursamadı bunu) hem onu başka kimsenin olmadığı, kendine özgü bir kategoride en tepeye çıkardı, hem de belki önceden sadece Siyaset Meydanı’ndaki (ah o 90’lar ve onun konuşan Türkiye’si) pop-psikologlardan falan duymuş olduğumuz depresyon lafını tam anlamıyla milletin diline pelesenk etti!
99 Depremi olmuştu, ekonomik kriz vardı, garabet bir hükümet falan derken zaten hepimiz depresyondaydık bir nevi. Bu şarkının yeri göğü sarsan etkisi sürerken, popüler müzik tarihimizin gelmiş geçmiş en başarılı cover’larından biri olan Günün Birinde de hemen arkadan geldi. İkisinin de esamisi kalmamış Ayşe Mine ve Neşe Karaböcek’in kimsenin de pek hatırlamadığı bu şarkısını sanki Ahmet Selçuk İlkan 2000’lerde Göksel için sıfırdan yazmıştı. O kırılgan sitem, o engellenemez kötülük talebi, o derin can acısı basbayağı Göksel’de vücuda gelmiş, bize, hepimize taşmıştı. Hepimizin içinden illa ki bir ara biri için “beni anacaksın günün birinde” diye geçmiştir hem, farklı tonlar, farklı üsluplarla olsa da...
Göksel akıllı kadın. Bir sonraki albümde aynı damardan, benim de Esengül’ün en sevdiğim şarkısı olan, Ayrılık Günü ile açılış yaptı ama bir şeyler değişmişti. Bu mükemmel eser, kim bilir neden, Günün Birinde 2 olamadı. Halbuki en az ilki kadar iyi, en az ilki kadar “onun” olmuştu bu şarkı da. Neyse ki Firar ve Allı Pullu gibi şarkılar, Göksel’i aslında en yakıştığı ve bence en önde gelen ismi olduğu “alternatif bir pop” rayına sağlam biçimde oturttu.
Adeta yeni bir lügat gibi işlev gören Arka Bahçemde, içimizden dolu dolu söyleyip haykırdığımız-anlattığımız Karar Verdim, yine aynı mantıkla hareket eden (ve bence o üçlünün en zayıfı olan) Kimbilir cover’ı derken, elbette gelmiş geçmiş en büyük hitlerinden Bi Seni Konuşurum geldi. Ki, doymak bilmez istatistik-rakam tutkunlarını mest edercesine, 2005 yazının en çok çalınan şarkısı olmuştu! Hepimiz o sahildeki kahveye oturup, bir şeyler anlatıp, sırlarımızı paylaşmak istemiştik. Göksel’in avucunun içindeydik işte, bir kez daha.
O ise bu kez işleyen formülden yürümek yerine, daha deneysel ve daha özgürleştirici bir yola sapmayı seçip, “alternatif bir pop” rayından da daha radikal bir albüm yaptı: Ay’da Yürüdüm. Büyük bir ticari başarının ardından gelen bu bir nevi erken hipster dönüşünü, Türkiyeli dinleyici pek sahiplenmedi ve çıkış şarkısı Yarabbi Şükür için pek de sevimli sayılmayacak bir sürü yorum yapıldı. Gayet de güzeldi oysa ki! Bu alternatifin de alternatifi albümden Ferman Akgül ve Teoman’lı Taş Bebek öne çıktı—haliyle.
Hayal kırıklığı ve muhtemel ticari baskılar, herhalde zaten sürekli “postmodern retro” gibi gezen Göksel’i ikna etti ve cover albüm Mektubumu Buldun Mu? piyasaya verildi. Elbette çok iyiydi, ruh uyuşması vardı bir kere: 90’ların varoş gülleri gibi sakil, görmek duymak istemeyeceğimiz türden bir kabus değildi bu; zaten 70’lerin hatta belki 60’ların naif kırılganlığını içselleştirmiş bir seste, özenle seçilmiş bu şarkılar pırıl pırıl parlıyordu. Hele hele “büyük” Gönül Akkor’un Bilemedim’i ve Seyyal Taner’in Şimdi Sen Varsın’ı—ki, ikisi de öne çıkmadı, iyi ki. Biz biliyoruz.
İkinci cover-nostalji albümü pek ses getirmedi. Hem her şey bir kere güzeldi hem de seriye bağlaması fikri herkesin aklına malum şarkıcıyı getirip, ürkmemize sebep olmuştu. Hiç birimiz bunu Göksel’e layık görmedik elbette. Üçüncüyü beşinciyi çıkarıp, kebapçı mı açacaktı? Yok artık. Hem bu seferki şarkıların bir kısmı da, sanki belediye şenliklerinde, bayi toplantılarında falan milleti coşturabilecek, Göksel’e pek bir şey katmayacak olanlardı.
Neyse ki bu sayfa çabuk çevrildi. O arada başka sayfalar da çevrildi, kimi belli ki üzdü; kimi yeni filizlenmeler, tazelenmeler getirdi. Göksel, 2012’de Bende Bi’ Aşk Var’ı ve ilk klibi Acıyor’u yayınladığında meydan orta ölçekte sallandı. Tipiyle, tavrıyla, adeta sesiyle de başka, “funky” havadan bir sıyrılmış, gazetecilik dili klişesi ile “büyümüş ve içindeki kadınla barışmış” gibiydi.
Bunları söylemesi ve popüler magazincilere röportaj verip hikayelendirmesi kolaydır da, pop müzik tarihi de böylesi “imaj değişikleri” yapmaya çalışırken çöplüğün dibini boylayanlarla doludur. Göksel’inki böyle olmadı. Üzerine giydiği “40’larında, yalnız, hayata dair anlatacak bir şeyleri olan kadın” kıyafeti tam oldu, hiç pot yapmadı.
Sanki Türkiye’de kadın şarkıcılar daha güzel yaşlanıyor, müzikal olarak yeni hallerine daha rahat evriliyor, incelikle “büyüyebiliyorlar”. Erkek şarkıcılar nedense bir biçimde büyüyemiyor, ellerinden başka türlüsü gelmiyor, hep aynı 16 yaş dinleyicine konuşuyorlar gibi. Oysa ki anlaması çok kolay: 16 yaşındakilerin size ihtiyacı yok, kulağı size açık olan dinleyici de sizinle birlikte büyüdü, değişti, olgunlaştı. Neyse, dağılmayayım; Göksel bu olgunlaşma sınavını muhteşem bir zarafetle geçti (çünkü içi çekilmiş bir erken ihtiyarlık da olasılıklar dahilindeydi) ve kendini dinleyicisiyle eşzamanlılık içinde yeniden programladı.
Bende Bi’ Aşk Var, hala herkesin üzerine titrediği, toz konduramadığı bir yapım. Hem 2010’larda Türkiye’de iyi pop müzik nasıl yapılır dersi, hem ayrılık farklı şarkılara yayılarak ama tutarlı bir albüm içinde nasıl anlatılır’ın hikayesi, hem de yüksek potansiyelli bir popstarın hayatının yeni bir basamağında, kendini nasıl yeniden daha da canlı, daha da güzel yarattığının resmi. Hem bir yetenek-potansiyel hem de emek-tutku işi.
Hangi seneydi unuttum (belki 2015) Göksel’in Harbiye’deki şahane konserinin doruk noktası da bu albümden Yalnız Kuş olmuştu. Müzik bir yerde susmuş, biz nefes almaz olmuş, Göksel de tüm o enerjinin ve duygu birikiminin dışavurumunu bu şarkının notalarında, çıplak sesiyle kulağımıza işlemiş, ruhumuza kazımıştı. Kendimi bildim bileli konser izlerim, hepi topu bir kaç kere oldu bu tarz bir katarsis. Hala unutamıyorum o anı.
Son albüm, 2015 tarihli Sen Orda Yoksun, müzikle alakalı herkesin farkında olduğu gibi yine oldukça riskliydi. Göksel, Bende Bi’ Aşk Var ile büyük bir virajı sertçe dönmüş ama alabildiğine başarılı olmuş, o güne kadar sesinin ulaşmadığı yerleri, kesimleri de etkilemişti. Neyse ki bu iyi ve güçlü yeni albüm de kimseyi pek üzmedi. Belki kitabı tersten yazıp devrim yapmadı ama Göksel’in kendine kurduğu yetişkin ve dingin ama geçkin olmayan dünyaya anlamlı ve derinliğe sahip bir ek yapmış oldu.
O günden bugüne henüz yeni bir albüm yok. 2017 yazını etkisi altına alır sandığımız ama galiba biraz zorlama-teatral klibiyle kaybeden, o arada da Bi Seni Konuşurum’a selam çakan Tam da Şu An; epeydir estetik ve tasarım kültürlerine ilham (ve fazlasını) veren 80’lere bir anda ışınlandığımız şahane şarkı Bu da Geçecek; ve geçtiğimiz hafta yayınlanan yeni tekli Hiç Yok ile yoluna devam ediyor.
Acaba Göksel yine kendini baştan yazıp, yaşının da onu getirdiği yerle ve hayatla alışverişinin birikimiyle yeni disko kraliçemiz olur mu? Canının çektiği buysa, onu da en kendine özgü ve en yaratıcı şekilde yapacağından eminim. Şimdilik elimizdeki Hiç Yok, çok çok iyi bir şarkı; yazılışı, söylenmesi ve Ozan Çolakoğlu’nun yaptığı enfes düzenlemesi de harika; klibi de deniz-güneş-plaj klişelerinden uzakta, biraz terli bol tutkulu az stüdyo 54’lü ve dozunda seksi olmuş—tıpkı oradaki haliyle Göksel’in kendisi gibi. Bence bu şarkı, Göksel’in yeni Karar Verdim’i olur; onu da bizi de bu yaz boyu alır götürür.
Anaakım pop müzikle hep dans etmiş, kendini o akan kirli ve köhne suya hiç kaptırmamış, hep özgünlüğünün ve yaratıcılığının peşinden gitmiş, ama belli ki bunu aptalca, naifçe yapmamış, aklını kullanarak bu kurtlar-çakallar-ucuzlar piyasasında var olabilmiş, yer tutabilmiş, canı çektiğinde başa oynamış, ne olursa olsun oldukça kişisel insani dokunuşunu hiç kaybetmemiş bir şarkıcı Göksel.
Kendisinin okursa muhtemelen yüzünü buruşturacağı bir cümle kuracağım şimdi, ama dinleyici cephesi de böyle karşılaştırmalı mantıkla işliyor, n’apalım: Benim açımdan sahip olduğu ve temsil ettiği bu değerleri ve vasıflarıyla, eski sopranoların gergin hırsından da, eski mankenlerin atarlarından giderlerinden ve uyduruk kavgalarında da, geniş omuzlu eski bıçkınların rakı kadehlerinden de çok çok daha yukarılarda bir yerlerde (ki rakı candır tabi).
Hem kendi akranı olan şarkıcılar—örneğin Teoman, Manga, Mabel Matiz, hem de kendi üst kuşağıyla olan alışverişleri—örneğin Nazan Öncel albümündeki Gidelim Buralardan yorumu, Erol Evgin düeti, Ayşegül Aldinç’e verdiği şarkı, hem de şahane konserleri, Göksel’i gün gün zenginleştiriyor ve onu takip etmemizi ve ona hayran olma halimizi daha da güzelleştiriyor.
Bence, beraber gidecek daha çok yolumuz var, onun yapacağı ve bizim dinleyeceğimiz, hatta baştacı edeceğimiz daha çok şarkı var, girilmemiş nice bahçelerimiz, verilmemiş kararlarımız var, korku ise elbette “hiç yok”! İyi ki bir Göksel’imiz var! (CÖ/AS)
* Göksel, Hiç Yok, Avrupa Müzik