Uluslararası üne sahip Godiva çikolatacısının Amerikan çorbacısından bir Türk sermaye grubu tarafından satın alındığı haberi tüm medyayı salladı ve tüm köşe yazarlarına konu oldu.
Söz konusu grubun islami sermaye olarak sayılması, neo-liberallerin işin tadını yeterince çıkartmalarını engelledi ama yine de çukulataya ismini veren Lady Godiva’ya düzülen övgülerde püritanizm, fakir dostluğu, eşitlik ve adalet gibi ara temalar bolca işlendi. Türk sermayedarının “Sarmaşık Ligi”ne terfi etmesi ruhlara ferahlık verdi, yeni yıla doğru yeni umutlar yeşertti bazı kafalarda.
Oysa bu haber basın manşetlerine düşmeden Godiva’nın adını Türkiye’de kaç kişi bilirdi hele, bu şirketin bir Amerikalı grup tarafından çok önce satın alınmış olduğunu! Uluslararası piyasada artık “ulusal” diye bir kavram olmadığı, “küreselleşme” denilen şeyin önemli ölçüde bu süreçten kaynaklandığını her gün yeniden keşfetmekteyiz.
Bir bayrak bin ayıp örter!
İşin garibi, bunu benimsemesi gerekenler içine sindirememekte, karşı çıkanlar ise daha gerçekçi bakmaktalar. Bankasının tamamına yakınını Yunan sermaye grubuna satan banka sahibi ertesi gün bankanın önüne 24 saat dalgalanan kocaman bir Türk bayrağı çekerek sanki ayıbını kapatmaya çabalamakta. Sermaye “gayri-milli” hale geldikçe milliyetçilik artmakta. Eski türk filmlerinin “vücuduma sahip olabilirsin ama ruhuma asla!” sloganı yapışkan bir toplumsal aptallığa dönüşerek toplumun duyargalarına bulaşmakta, körlük ve sağırlığı giderek artırmakta.
Yeni bir racon
Yetmişli yıllardan beri “Tanrı dağı kadar Türk, Hira dağı kadar müslümanız” sloganıyla oluşturulan Türk-İslam sentezi, azınlık düşmanlıkları ve diğer din ve inançlara ve inançsızlığa karşı derin bir hoşgörüsüzlük ve korku ile birleşerek gelişti. Derin günahların korkularını barındıran küçük mülkiyetçilikle beslendi. Sermayenin uluslararası olmasına karşın “ulusal” bile olmayı beceremeden “mahalleli”, “köylü” ya da “kasabalı” kaldı. Mevcut durumu degiştirmeye aday herşeyden ürktü ve karşı durdu.
“Bitişik nizam” yaşamanın zorunluklarından kaynaklanan “kent kültürü”, bu zor koşullarda yaşamayı kolaylaştırmayı amaçlayan bir “sözleşme”dir. Bu sözleşme, yek diğerine saygı göstermeyi, yeterli yaşam alanı sağlamayı, ortak yaşam alanlarını ve arayüzleri saygılı kullanmayı içerir. Kapı önündeki ayakkabılardan çöp kutularına, TV’nin sesini sonuna kadar açmamaktan minarenin hoparlörüne, nazikçe komşu selamlayıp “günaydın” demeye kadar onlarca konuda bu sözleşmenin kuralları geçerlidir.
Bazı eski yerleşiklere, “halk plajlara akın etti, vatandaşlar rahatsız oluyor” dedirten toplumsal göçle oluşan varoşlar kenti kuşattıkları gibi, kent kültürünü de dönüştürdüler. Bir anlamda eski sözleşmeyi yok saydılar. Artık, kuralsızlığın kural olduğu, güce, paranın saygınlığına önem veren yeni bir “racon” hükümferma.
Tüm sosyal sınıf ve tabakaların birbirine yakın yaşadığı “mahalle” ortamından yüksek duvarlı, korumalı lüks “getto”lara geçilmesi de yeni durumun devamlılığını kabul anlamı taşıyor.
Tepelerde dalgalanan bayrakların sayısı da giderek artıyor. Ben, Pekos Bill’in son sayısını anımsıyorum.”Tepelere beyaz bayrak” diye bağırıyordu bir kovboy, “Pekos Bill öldü!”
Ne kadar üzülmüştüm.(AE/EÜ)