BAHMAN Ghobadi'nin Gergedan Mevsimi adlı filmini nihayet izledik. Ghobadi bu filmiyle sinema estetiğine adeta katkı yapıyor. Filmde sahne kurumu, çekim planları, ışık kullanımı ve mekan çözümlemesi anlamında müthiş etkileyici bir sinema dili söz konusu
Ghobadi bu filminde başka bir sıçrama daha yapmış ve endüstriyel sinema yapımına girişmiş. Oyuncu kadrosunda ünlü İranlı oyuncu Behrouz Vossoughi ve yanı sıra İtalyan oyuncu Monica Belluci gibi iddialı isimlere yer vermiş. Fakat filmde bu isimlere rağmen Türkiyeli popüler oyuncuların ağırlığı söz konusu: Yılmaz Erdoğan, Beren Saat, Belçim Bilgin, Caner Cindoruk.
Sarhoş Atlar Zamanı adlı filmiyle sinema kariyerinde parlak bir yer edinen İranlı sürgün Kürt sinemacı, bu filminin ardından Kaplumbağalar da Uçar, İran Kedileri Hakkında Kimse Bir Şey Bilmiyor, Yarım Ay adlı unutulmaz filmleriyle başarısını sürdürmüştü.
Peki Gergedan Mevsimi adlı film ne anlatıyor? Bu soruyu cevaplamak doğrusu pek zor. Çünkü film tam da bu noktada sorunlu görünmekte.
Yaşanmış bir hikayeyi konu edindiğini öğrendiğimiz filmi izlediğimizde, filmdeki anlatının neye odaklandığını kavramakta çok ama çok güçlük çekiyoruz. Dahası, yaşanmış gerçek bir hikayenin filmde pek de "hikaye"ye dönüşemediğini görüyoruz.
Sahel Farzan adlı İran Kürdü bir şairin 1979'da tutuklanarak 30 yıla; çok sevdiği karısının da aynı şekilde tutuklanarak 10 yıla mahkum edilmesi ve ardından gelişen dramatik olaylar...
Monica Belluci'nin oynadığı Mina adlı kadın, orta sınıftan asker bir ailenin kızıdır. Filmde özel şoförü olarak gördüğümüz ve Yılmaz Erdoğan'ın canlandırdığı karakter, bu güzel kadına takıntılı biçimde aşıktır. Ama bunun bedelini asker babanın adamları tarafından feci şekilde dövülerek öder -ki intikam acı olacaktır; 1979 devrimi şoföre sınırsız intikam alma imkanı sağlar. Filmin geri kalanını sinemada izlemenizi önererek bir tarafa bırakalım.
Estetize kareler yeterli mi?
Doğrusu melodram türüne ait bütün klişeler filmde kullanılırken, müthiş kamera kullanımı ve estetize edilmiş sahneler de seyirciyi filmin içine alıp, sürüklenmesi için yeterli olmuyor. Bir sıkıntı basıyor insanı.
Her filmin insanı içinde gezindirdiği bir duygu alanı varken bu filmde her duygu var ama hepsinin dışında kalıyoruz. Filmde her şey var: Acı, aşk, özlem, kavuşamamak, politika, vs... Ama hiçbiri bizi sarmalayamıyor, hiçbiriyle bütünleşmiyoruz. Güzel sahnelere kadrajlara ya da estetize edilmiş karelere bakmak da buna yardımcı olamıyor.
Önceki filmlerinde İran sinemasının birikimini, şiirselliğini, samimiyetini yansıtmada ustalık göstermiş olan Ghobadi, bu filmde bunların yerine şiiri ikame etmiş. Buna rağmen filmde şiir var şiirsellik yok! Lirik anlatım geride kalırken, film, bütünlüklü bir anlatıma ve hikayeye de kavuşamıyor.
Filmin gerçek bir yaşam öyküsüne dayandığını öğreniyoruz. Ama "bunun bir sanat eserindeki önemi nedir" sorusu tartışılır. Çünkü yapılan işin gerçeklikle arasına mesafe koymadaki başarısı, onun soyutlama yeteneğiyle de ilgilidir. Filmdeki soyutlamalar ise fazlasıyla klişelere boğulmuş.
Aşk ve politika
Ayrıca filmin politik yaklaşımı, bütün iyimserlik hislerini unutturur gibidir.
Bir sahnede, ters dönmüş küçük bir kaplumbağanın doğrulma sahnesi bile insanı ferahlatamıyor. Oysa Ghobadi'nin diğer filmlerinde yaşanan politik ve toplumsal trajedilerine rağmen insanın içini ferahlatan, yaşamın içinden süzüp çıkarılan umut dolu insanlar, olaylar, komiklikler, vb her şey büyülü bir hikayeye dönüşür.
Bu filmde şah rejiminin militer modernist zorbalığına karşı İran devriminin yarattığı travmatik bedeller ve hayal kırıklıklarına nasıl yaklaştığını ise çok kabaca izliyoruz ve bu anlatılar Mina'ya aşık şoförün takıntılı aşkına ya da sapkınlıklarını anlatma çabasına kurban edilmiş. Şoförün takıntılı aşkını anlatma kaygısı ile İran siyasal rejiminin yarattığı yıkımlar aynı kefede ve eşit bir tutumla verilmiş.
Aşk ve politika iç içeliğinde bütün tuzaklara düşülmüş.
Ghobadi, önceki filmlerinde Kürtleri, onlara ait trajedileri, yaşamları onların yaşadıkları coğrafyalarında anlatmayı yeğlerken, bu kez yine Kürt bir şairi coğrafya aşırı anlatmaya da girişmiş.
Filmin sahneleri İran-İstanbul arasında gidip geliyor. Puslu İstanbul görüntülerine puslu hayatlar yerleştirilmeye çalışılmış. Ama olayın İstanbul'da devam etmesinin özel bir nedeni var mı? Ya da başka bir şehir seçimi neyi değiştirirdi?
Şehir seçimi filmin estetik kaygısını fazlasıyla karşılamış. Muhteşem sahnelerle İstanbul'u seyretmeye doyamıyoruz elbet, buna şüphe yok. Ancak sahnelerin birbirine eklenmesindeki sorunlar hikayedeki akıcılığı da engelliyor. Ne neye ekleniyor, nereden yol alıyor soruları yanıtsız kalıyor.
"Hikayenin bütünlüğü, estetik kaygıya heba mı edilmiş" sorusu bu film için yanlış soru belki de. Asıl soru Ghobadi'yi büyük endüstriyel yapımlar mı sarhoş etti? (BŞ/YY)