Tanrıya itiraf etmeye bile mesafeli durmuş bir kültür ve bir toplum olarak ne oldu da böyle birdenbire itiraf'a yöneldik? Bu aklanma talebinin ardında nasıl bir toplumsal suçluluk psikolojisi gizleniyor? Televizyonun bu gibi dönemsel programcılık eğilimlerinin toplumsal karşılıkları üzerine düşünmek ve aynı zamanda da yaptığımız yorumların spekülatif bulunması riskini göze almak gerekir. Televizyonun kendisi "büyük spekülasyon" olduğuna göre, onu anlamak için kimi zaman aynı spekülatif mantığı paylaşmak zihin açıcı olabilir çünkü.
Kültürel üretim alanlarında revaçtaki türler ya da rağbet gören temaların her zaman toplumsal bir açıklaması vardır. Yalnız, edebiyat, resim ya da müzikte değil, çoklukla pek bir ciddiyet atfetmediğimiz televizyonda da bu böyledir. Ciddiye alınmayı talep etmeyen hatta buna direnen bir kültür üreticisi gibi görünse de televizyon ciddiye alınmalıdır. Çünkü o toplumun büyük çoğunluğunun dinlenme, eğlenme, kafa boşaltma ya da kafa doldurma amaçlı olarak en sık başvurduğu araçtır. Maksimum izlenme hırsı ve sert bir rekabete dayalı olgunlaşmamış bir televizyon deneyimi bile, stratejik olmasa da sezgisel bir biçimde, hemen her zaman toplumsal duygu yapısına en denk gelecek içeriği en uygun biçim altında; rüya benzeri bir çarpıtma ve yer değiştirme işlevi aracılığıyla temsil etme işini çoğunlukla çok iyi kotarır. Üçüncü sınıf bir polisiye film atmosferinde, suç, erotizm ve hatta pornografiyi iç içe geçiren bu " reality " türünün ekranı istilasına, Müjde Ar'ın da "Affet Beni" diyen bir programla gözyaşları içinde iştirak etmesi tesadüf olabilir mi gerçekten?
Dayanışma, süper anne ve süper baba modelleri aracılığıyla bir tutunum yaratmayı uman cemaatçi aile dizilerinden sonra; Aynalı Tahir, Derman Bey, Memoli ve Miroğlu gibi mitsel karakterlere havale edilen "temiz toplum" kıvranışlarını, dramatik anlatının kesmeyeceği anlaşıldı sanki. Bu kez "gerçeklik"ten yardım umuluyor. Rüşvet verenler, kocasını zehirlemeye çalışanlar ya da babasının ölümünü aklından geçirenler hep birlikte itiraf ediyorlar. En iç parçalayıcı öykü bile, öykünün taraflarınca bir çözüm arayışından çok, Oyun'a katılma saikiyle itiraf ediliyor: Ekranı istila eden "gerçeklik-itiraf-oyun" döngüsünün arkasında nasıl bir toplumsal duygu yapısı var? Ya da izleyici ilgisine dair nasıl bir gündem koyucu imgelem var? Televizyon eleştirisinin "televizyon meselesi"ne biraz da buradan yaklaşması gerekiyor.
Bu programların temel farklılığı sokaktaki insanı öykü anlatıcısı konumuna yükseltmelerinden kaynaklanıyor. Bu sayede, öykü anlatıcısı ile katarsis arayışındaki özneyi aynı kişide birleştirmenin gücünden yararlanıldığı gibi, izleyiciye de "gerçeğe" tanıklık etmekten kaynaklanan çifte kavrulmuş bir katarsis olanağı sunuluyor. 1993'ün sonlarından başlayarak uzunca bir süre ekranları benzer biçimde kaplamış olan Reality Show'larda öykü anlatıcısı hala programın sunucusuydu. Sıradan insana ve öyküsüne ancak suçlamak ya da yargılamak üzere bir performans şansı tanınıyordu. O henüz öykü anlatıcısı değildi. Bugünkü itirafçı programların bu noktada diğer bir farkı da eski Reality Show'lardaki suçun, kan ve cinayetin faş edilmesine dayanan saldırgan mantığı, estetik dekor düzenlemeleri içinde ve "halk jüri"lerinin denetiminde, mekanından koparılmış gizli bir şiddet söylemi ve itiraf deneyimi ile yerinden etmiş olmaları. Bu programlarda durmadan öğüttüğümüz kurmaca ile, toplum olarak hepimizi aralıksız olarak öğüten "gerçek" başarıyla iç içe geçiriliyor.
Asıl konuya, bu itirafçı programcılığın toplumsal alandaki karşılığını anlama çabasına dönecek olursak, Freud'un rüya çözümlemelerinden; bastırılmış olanın rüyalarda yer değiştirmiş ya da yoğunlaşmış olarak temsil edilişine dair görüşlerinden yararlanabiliriz. Genel olarak televizyon, özel olarak da Türk televizyonları tıpkı böyle bir "rüya işi"ni yerine getiriyorlar çünkü. Dile getirilmemiş ve bastırılmış olan her türden toplumsal yaşantı ya da düşünce, televizyon bünyesinde, münferit ve bağlamsızlaşmış yeni bir görüntüyle yer değiştiriyor. İtiraf programlarında bunun en güzel örneği, "kayıp"lar etrafında veriliyor. Anne ve babalar üç sokak ötede olduğu anlaşılan evlatlarına bir türlü gidemiyorlar da, İtiraf Ediyorum programının setine taşınıyorlar. Orada buluşuyorlar. Oyuna katılıyorlar yani. Programın sunucusu, dekoratif izleyici, gerçek izleyici, öykünün kahramanları hep birlikte bu "kayıp" için ağlıyorlar. Kayıp'lık sona erdiğinde, gözyaşları bu kez kavuşma için akıyor. Burada, oyuna katılanların yalnızca ulaşılamayan ya da görüşülemeyen olarak tanımladıkları sevgili, evlat, anne ya da kardeşlerin yokluğunu, daha derindeki bir yerlere işaret eden, bir "kayıp" metaforu gibi okuyabiliriz bu yüzden. Bu münferit kayıp hikayelerinin arkasında gizlenen hakiki "kayıplar" kimlerdir o halde? Güneydoğu'da yitip gidenler mi? Marmara'da göçüğe ve denize karışanlar mı? Sırra kadem basan Cumartesi evlatları mı?
Gerçek kayıpların hikayelerini sonsuza dek susturmuş ortak bir dilin ifadesi olarak televizyon; artık ne olduğunu anımsamadıkları bir rahatsızlığı, belli belirsiz bir biçimde taşıyan vicdanların son çırpınışlarını da bu münferit kayıplara akıtılan gözyaşları aracılığıyla silip süpürmek istiyor. Televizyon bütün bunları bilerek ya da hesaplayarak yapmıyor tabii. Ticari televizyonun tek elden yönetilen bir bilinci olamaz elbette. Tıpkı rüya işleyişinin bu anlamda bir bilincinin olmayışı gibi. Freud sayesinde rüyaların çoğu kez, gerçek yaşantılarımızda halledemediklerimizi uyku durumunda halletme işi olduğunu biliyoruz; imge dağarcıklarımızda bastırılanları kullanarak yeni görüntüler yaratan ve bastırılmış olanı umulmadık şekillere sokan bir temsil biçimi olduğunu da. Televizyonun da bir imge dağarcığı var; hayali bir ortak dil adına, bir yandan derin bir uyku durumuna çanak tutarken, bir yandan da bastırdığı ve suskunlaştırdığı imgeleri, o dağarcığın içinden "bilinçsizce" seçerek çarpıtılmış bir biçimde dışa vuruyor. Böylece hem kolektif bilinçdışından beslenen bir izleyici ilgisini garantilemiş oluyor hem de ona katartik bir "halletme" olanağı yaratıyor.