Bugün içinde yer aldığım Sosyalist Emek Hareketi'nde esasen ÖDP'nin kuruluş öncüllerine sahip çıkma iddiamızı sürdürdüğümüzden ÖDP içindeki dost ve yoldaşlarımızın en azından büyük çoğunluğunun aşağıdaki tespitleri sekiz yıl sonra da tekrar etmiş olmamızın yegane anlamının ve amacının şu olduğundan kuşku duymacağını umuyorum: Sürdüğü biçimiyle sınıf mücadelesine ve hatta ÖDP'ye ne tür bir katkısı olduğunu anlayamadığımız ÖDP içindeki bugünkü tartışmanın ÖDP dahil hiçbir çevreye faydası olmayacağını tekrar etmek. Elbette, bir çıkış olanağının hala ve hepimiz için sosyalist yeniden inşaya gözünü dikmiş sosyalist koordinasyonla mümkün olduğunu hatırlatmak...
Bir başka “kritik” eşik...
ÖDP bir kader anına “daha” yaklaşıyor. Kuruluşunda, Türkiye sosyalist hareketinin uzun tarihi içinde ortaya koyabildiği en özgün girişimlerden biri olan parti, girdiği ilk “kritik” eşiği aşamamıştı. Bu ikinci eşiği aşıp aşamayacağını bilemiyorum ama ilk eşiği aşamamasının nedenlerini sayabilirim. Bugünkü durumu bu nedenlerle birlikte düşündüğümüzde anlamlı bir sonuca varmak mümkün görünüyor.
İlk eşikte durum “bizim durduğumuz yer"den şöyle görünüyordu:
“ÖDP’nin içinden geçtiği bunalımı aşarak yeniden sınıf mücadelesi alanında yer tutup tutmayacağı, son 50 yılın en derin mali-iktisadi krizini [2001 krizi] yaşayan Türkiye’de emeğin siyasal ve ekonomik mücadelesi açısından da büyük bir önem taşıyor. Bugün, toplum tarihinin en büyük bunalımlarından biriyle çalkalanırken, sosyalistlerin uzun yıllar boyunca halka anlatmak için sonsuz fedakarlıklara katlandıkları hakikatler; kapitalizmin çelişkileri ve açmazları, rejimin yapısal çıkmazları emekçi kitleler ve yoksullar için ilk kez bu denli apaçık olurken, partimiz yorucu bir iç mücadele içinde takatsizleşiyor.”
Bu paragraf, diğer tüm paragraflar gibi, bugünkü eşikte de aynen yazılabilir, görünüyor. Türkiye, bu kez küresel kapitalizmle birlikte bir başka krizin pençesinde çırpınıyor.
Nirengi noktası...
ÖDP kurulduğu günden beri, siyaset yapma tarzıyla, söylemiyle, duruşuyla, düşünme biçimiyle Türkiye sosyalist hareketine ve genel olarak sola bir nirengi noktası sağlamıştı. Açık kitlesel sosyalist siyaset için başlıca yapı taşı “çoğulculuk” olan yeni bir model oluşturmuştu. İçinde yer aldığım eğilime göre, bu modelin başarısızlığı ya da tasfiyesi, solda hala tamamen etkisizleşmiş olmayan geriye dönük eğilimlerin hortlaması için esaslı bir gerekçe olabilecekti ki, ayrılmamızla noktalanan süreçte, ÖDP önce nirengi noktası olma niteliğini kaybetti, en sonu sözünü ettiğimiz eğilimle, parti içi tartışmalar, izleyebildiğimiz kadarıyla tarihsel ve mantıki sonuçlarına ulaştırıldı.
Bu buradan bir çıkışın olamayacağı anlamına gelmiyor elbette. Ancak bunun için, öncelikle “son 30 yılın hemen hemen bütün sosyalist birikiminin düzen içi seçeneklere doğru emilmesi, sosyalist hareketin öngörülebilir bir gelecek için 'sol-liberalizm' ya da 'ulusalcı eğilim' içinde eriyerek bağımsız bir odak ve çekim merkezi olmaktan çıkması tehlikesi”ne dikkat çekmek gerekir. Biz bu tehlikeyi vurguladıktan sonra, “ÖDP’nin güçten düşmesinin ve sosyalist seçeneğin açık siyaset alanında irtifa kaybetmesinin bu anlama geleceği”ni söylüyorduk; sosyalist hareketin bütününe ve ÖDP içi tartışmalara bakıldığında, bu sürecin de mantıki ve tarihsel sonuçlarına ulaştığı görülüyor.
Her iki noktada da sorunları bilince çıkarmış, anlamlı bir “sosyalist koordinasyon” süreci, yenilgilerimizden dersler çıkarmayı becerebilmek anlamına da gelecektir; elbette ÖDP'nin ikinci kirtik eşiğini nasıl aşacağı da bu çerçevede büyük bir önem kazanıyor.
Parti içi demokrasi...
ÖDP'de kuruluşundan beri, demokrasi ile örgütsel bilinç karşı karşıya konmuş, organlar arasındaki eşgüdüm sağlanamamış, paralel örgütler parti hayatını felce uğratmıştır. Bu nedenlerle, bir dönem benim de içinde yer aldığım ÖDP Genel Merkez organları (PM ve MYK) neredeyse her dönem, bu tehlikeleri savuşturacak bir uyanıklık ve basiret sergilemek şöyle dursun, partiyi dışsal basınçlar karşısında bütünüyle savunmasız ve dirençsiz bırakan bir atalete ve işlevsizliğe itilmişlerdir.
Her dönem için sorun aynı olmuştur:
“Ne MYK’nin ne de PM’nin tüzüğümüzde tanımlanmış çerçevede bir organ faaliyetinden söz edilebilir. Kongreye sunulan PM raporunda sert bir eleştiriye tabi tutulan zincirleme yetki devrinden, daha doğrusu yetki gaspından daha beter bir durumla yüz yüzeyiz. Karar süreçleri genel merkez organlarının tümüyle dışına taşmıştır. Hiçbir denetime tabi olmayan başına buyruk yetki kullanımı, keyfilik ve oldu-bittiler kanıksanan bir yönetme tarzı haline gelmiştir. Merkez organlarının yalnızca paralel mekanizmalarda verilmiş ön kararları duyurmak ya da bu kararlara 'tüzüksel' kılıf geçirmek üzere toplanması, kongre raporunda eleştirilen olumsuzluğun çok ötesine geçildiğinin en bariz göstergesidir.”
Bu cümlede Genel Başkanlık geçmiyor, fark etmez, şimdiki kritik eşik için, cümleye Genel Başkanlığı da ekleyip cümleyi aynen yazabiliriz. Nitekim, sıklıkla yazılıyor ve okuyoruz...
Kuralsız başına buyrukluk mu çoğulculuk mu?..
O yüzden devam edeyim:
“Mevcut haliyle PM ve MYK partinin içerdiği bütün güçleri sınıf mücadelesinin çeşitli düzeylerine aktarmak, her bir özgül yetenekten yararlanmak, tek tek üyelerin yanı sıra çevrelerin, platformların, geleneklerin enerjilerini yaratıcı bir biçimde kullanabilecekleri zeminler olmaktan çok, bu güç ve olanakların yıkıcı bir biçimde birbirlerine karşı mevzilendirildiği zeminler haline getirilmiştir. Yalnızca birbirlerine ihtiyacı olan insanlarla kaim olabilecek 'çoğulculuk' da bu koşullar altında gitgide yozlaşarak partide, emek hareketinde ve sosyalist hareket içinde değer yitiriyor. Eylemleri ve tutumlarıyla partide ve sosyalist kamuoyunda çoğulcu modele karşıt bir iklimin güçlenmesine katkıda bulunanların, bu modelin yaşayabilirliğine ve işlevliliğine inancı baltalayanların, partimizin iç çeşitliliğini bir enerji kaynağı olmaktan çıkarıp didişmeci bir tarz içinde harcayanların 'çoğulculuk' amentüsü artık bir güvence oluşturmuyor.”
İzninizle kesmiyorum:
“Öte yandan, partiyi kendi tarihsel amaçlarının öznesiyle buluşturan toplumsal yığınakları adım adım kurmak, onu yeni sosyal ortamlara taşımak, bilinçli bir biçimde emeğin örgütlü ve örgütsüz kesimlerine yönelmek, onları sermayeden ve sermaye partilerinden bağımsızlaştırmak, buna uygun bir mücadele ve örgütlenme çizgisine her bakımdan kararlılık kazandırmak temel belgelerimizden çıkan en yakıcı görev olarak orta yerde durduğu halde, çubuk tersine bükülüyor. Kısa vadeli parlamenter çıkışlar peşinde, 'sosyal-demokrasi' ya da 'Kürt hareketi' ile çıkar ve amaç ayrılıklarını silen usulsüz ve kuralsız ilişkiler içinde, ÖDP’nin ayrı bir parti olarak içerdiği bütün anlamların belirsizleşmesine, ÖDP’nin kendisinin değersizleşmesine 'demokrasi' uğruna göz yumulmaktadır. ÖDP’yi kendi dışındaki güçlerin ve oluşumların edilgen, üzerinde hesap yapılan ve çekiştirilen bir nesnesi haline getiren gelişmeler gözlerimizin önünde cereyan ediyor. 'Bilgilenme görüşmeleri' dışında bir temas olmadığı açıklamalarını doğru kabul etsek bile, partimizin içinden geçtiği koşullarda sükut ve eylemsizlik bir tür ikrardır.”
Program zemininin dışına düşmek...
O günlerde, aynı genel başkan ortaya bir "21.yy sosyalizmi" sözü atmıştı. Katılıp katılmadığımızdan bağımsız olarak hikayesi şudur:
“En azından son iki yıldır, bir ortak tartışma zemini yaratmak için kimse parmak kıpırdatmamışken, partinin amaç maddesi orta yerde dururken nereden kaynaklandığını ve hangi esinin ürünü olduğunu onu ortaya atanların bile bilmediği bir '21. Yüzyıl Sosyalizmi' uluorta partinin amacı ve parti içi anlaşmazlığın ayracı olarak ilan ediliyor. Kronolojik zamanla tarihsel dönüm noktalarını birbirine karıştıran bir yanılsamaya çanak tutuluyor.”
Sorun elbette 21.yy sosyalizmi kavramının kendisi değildi, program zeminin dışına düşmekti. Bugünkü kongre eğilimlerini incelediğimizde, her iki eğilimin de, bizim çıkışımızdan sonra oldukça değişmiş olan program zeminine bağlı kalmak, değişecekse birlikte değiştirmek ilkelerine riayet etmeme konusunda epeyce ortaklaştıkları sır değil...
İç krizden çıkış için...
Vaktiyle çıkış önerimizi sunmuş idik:
“Partimizin, yoldaşlarımızın karşı karşıya bulunduğumuz büyük tehdit ve risklere karşı koyabilmeleri için hala fırsat ve imkan var. Ama bu imkanlar artık, kendi sözlerinden başkasına kulak kabartmayan, hiziplere bölünmüş Genel Merkez organlarından, 'yukarıdan', değil; ÖDP kitlesinin içinden; 'aşağıdan' türetilebilir. (...)
"Partimiz için bir 'ayrışma' kaçınılmaz olabilir, ama bu ayrışmanın yeni bir enerji açığa çıkartabilmesi ancak partideki her düşünce çizgisinin, her bir bireyin açık ve kurallı bir tartışmadan geçerek yeniden saflaşması, kendi içinde dönüşmesiyle mümkün olabilecektir. Bu amaçla gündeme getirdiğimiz açık, bütün üyelerin katıldığı, örgütlü ve çerçevesi çizilmiş bir tartışma sürecini izleyecek ve sonuçları herkes tarafından kabul edilecek bir olağanüstü konferans önerisi taraflarca kabul edilmemiştir. Sonraki gelişmeler bu öneriden başka sağlıklı bir çıkış yolu olmadığını kanıtladığı halde, 'taktik' manevralarla partiyi ve iç bunalımı süründüren bir doğrultuda ısrar edilmektedir.
"Politik ve örgütsel gerekçeleri kristalize edilmiş; sol kamuoyuna, emekçilere ve tarihe hesabı verilmiş ve partinin genel iradesinin sağlıklı bir tecellisinin ürünü olacak bir ayrışmayı bir 'tasfiye' olarak görmemekteyiz. Ama partimizi disiplin meseleleri üzerinde tartıştıran ve görüş ayrılıklarına 'kriminal' anlamlar yükleyen bir tartışmanın anlamlı bir ayrışmaya da anlamlı bir tahkimata da olanak vermeyeceği bugünden bellidir.”
Aynen aktardım çünkü, biliniyor; ilkinde trajedi, ikincisinde fars oluyor. Bu kez dışarıdan ama hala hep aynı büyük geminin (devrimin) yolcusu olduğumuz için farsa müsaade etmemek gerektiğinin altını nerede durursak duralım çizmek gerekiyor.
İç bunalımlar mutlak menfi sonuçlar doğurmaz...
İç bunalım evrelerinin, politik özneleri yeniden kalıba döktüğü bilinen bir gerçek. Bunu tayin eden bunalımın çözüm biçimi ve izlenen yöntemdir. Saydam, ilkeli, sözle eylem arasındaki açının büyümediği, bunalımın baskısı altında dahi kimi değerlerin kıskançlıkla korunduğu, ihtilafın politik ve örgütsel değerinin ikincil etkenlerden olabildiğince arındırıldığı ve üyelerin bilincinde sıçramaya yol açan çözüm biçimleri her şeye rağmen ardında kazanımlar bırakır.
Görünen o ki, ÖDP PM ve MYK'sı hala bu yolu açacak bir basiret sergileyememektedir. Oysa, bu yöntemden ne oranda sapılırsa, arkada bırakılan enkazın o kadar büyük olduğuna sosyalist hareketin uzak ve yakın tarihi, ÖDP'ninse -bizi de dışında bırakan- yakın tarihi pek çok kere tanıklık etmiştir.
Bu yazıyı, hep birlikte mahkum olduğumuz sosyalist yeniden inşa ve bunun parçası olarak bileşenlerinden biri olacağımızı umduğumuz “sosyalist koordinasyon” için Özgürlük ve Dayanışma Partisi üyelerine -mevcut biçimiyle bize bir şey ifade etmeyen ama yakından tanıdığımız- kongre tartışmaları dışında bir olanağı da işaret eden, sosyalist hareket ve ÖDP tarihinden süzülüp gelen dostça, yoldaşça bir uyarı olarak okursanız, amacına ulaşmış olacaktır.
Gerisi, partinin geleceği, parti örgütünün ve üyelerinin iradesine aittir.
_______________________________________________
(*) Bu yazıda bugün benim imzamı görmeniz yanıltıcı olmasın, alıntılanan ve yazının esasını oluşturan metin kolektif olarak yazıldıktan sonra bugün kimileri aynı zeminde kimileri ise çok farklı yerlerde olan “Ertuğrul Kürkçü (pm-myk), Mustafa Bayram Mısır (pm-myk), Kenan Kalyon (pm), Yurdagül Erkoca (pm), Yurdaer Erkoca (pm), Cemile Adaklı (pm), Metin Çulhaoğlu (pm), İlhan Kamil Turan (pm), Tarık Oruç (pm), Işın Turgut (pm), Leyla Uyar (pm)” imzaları ile tüm Özgürlük ve Dayanışma Partisi Üyelerine, Büyük Kongre/Konferans Delegelerine, Parti Meclisi’ne, Merkez Yürütme Kurulu’na ve Genel Başkanı’na iletilmişti.