Kültür Bakanlığı’nın bazı yazarlara proje karşılığı destekte bulunması epey tartışma yarattı. Tartışma daha çok hükümetin bunu gizli kapaklı yapıyor olması etrafında döndü. Bu gizlilik ve yönetmeliğin maddeleri, ödeneğin hükümetin yandaş edebiyatçı yaratma girişimi olarak görülmesine yol açtı. Destekten yararlanan yazarların kimler olduğu sorgulandı. Bu tartışmaların hepsinin çok önemli olduğunu düşünüyorum. Öte yandan bir noktadan sonra aynı zemin üzerinde patinaj yapmaya başlayabilir ve asıl konuları tartışacağımız daha elverişli bir zemin ayağımızın altından kayıp gidebilir. Tartışmanın kısırdöngüye girmemesi için yeni sorular sormakta fayda var.
Bu düşünceyle Remzi Kitap Gazetesi’ndeki “Devrik Cümle” köşesinde yazarları devletin vereceği bu türden bir desteğe muhtaç duruma getiren sebepleri hatırlatmış; telif sisteminin aksadığını, hiçbir yazarın editörlük, eleştirmenlik, gölge yazarlık gibi işler, -hatta sektör dışı akla gelecek binbir türlü iş- yapmadan geçimini sağlayamadığını ve asıl üzerinde durulması gerekenin bunlar olduğunu vurgulamıştım. Yazının başlığı kendi görevlerini yapmayan ama yazara yükümlülükler getirenler karşısındaki şaşkınlığın ifadesiydi: “Yazarın yükümlülükleri mi dediniz?”
Seyirci devlet olur mu?
O yazıdan sonra okurlardan pek çok tepki geldi. “Yazarın sırf yazarak geçinebilmesinin tek yolu çok okunması,” diyenlerin yanında, “Yayınevlerine de fazla yüklenmemek gerek, onların da koşulları ağır” tespiti yapanlar oldu. Yorum çeşitliliğini göstermesi açısından verebileceğim en uç örnek ise şuydu: “Vatandaş kitap okumuyorsa devlet ne yapsın, onun da gücü bir yere kadar.” Bunu söyleyenler bana 80’den sonra gelişen “Her şeyi de devletten beklememek gerek canım” söylemini hatırlattı.
Öyle görünüyor ki bu söylem geçen 30 küsur yıl içinde “devletten hiçbir şey beklememeye” doğru evrilmiş. Bu durumda o son yazıdakinden farklı olarak gerçek bir soruyla devam etmekte yarar var “Peki ya devletin yükümlülükleri ne olacak?”
Bir toplumda okuma oranı nasıl artar? İnsanların kültüre, sanata, edebiyata ilgisi nasıl gelişir? Kültür-sanat dünyasında emek veren insanlar bu emeklerinin karşılığını nasıl daha çok alır? Bu soruları, “eğitim şart” gibi klişerle ti’ye almadan tartışmamızın zamanı çoktan geldi de geçiyor. Kültürü, sanatı, edebiyatı birer hobi gibi görmekten vazgeçmekle başlanabilir işe. Tabii ki “kültür şart”, “sanat şart” demek için değil, bu şartların gereğini yapmak için. Bu gereğin başında da vatandaşın kitaba özgür ve olabildiğince eşit koşullarda ulaşmasını sağlamak geliyor.
Herhalde kimse devletin işinin yayınevlerinin kitapları basmasını, dağıtımcıların kitapçılara dağıtmasını, kitapçıların da onları raflara dizmesini seyretmek ve sonra da okurların kendiliğinden, üstelik de çoğalarak kitapçılara akın etmesini beklemek olduğunu savunmuyordur. İnsanların kitap okumamasının ardındaki köklü ve derin nedenleri düşünüp hayıflanmanın da bir devletin görevleri arasında olmadığını tahmin ediyorum.
Her ilçeye bir halk kütüphanesi
Öyleyse bir yerden başlamak, kısa ve orta vadede bazı düzenlemeler yapmak gerekiyor. Bilinen bir gerçek var ki, ülkemizde dar gelirliler çoğunlukta ve biz bu çoğunluğun kitap okumasının olanaklarını yaratmadığımız sürece okuma oranı hep düşük olacak. Peki bu nasıl mümkün olur? İnsanlardan alışveriş listelerinde ete, yağa, şekere değil de kitaba öncelik vermesini bekleyemeyeceğimize göre, onların kitaba daha ucuz yollarla ve hatta bedava ulaşmalarını sağlamamız gerekiyor. Amerika’yı yeniden keşfetmeye gerek yok, bunun denenmiş ve başarıya ulaşmış en keyifli ve sosyal olarak da getirisi büyük olan yolu, halk kütüphaneleri açmak.
Sakın yanlış anlaşılmasın, halihazırda bazı yerlere göstermelik olarak kondurulmuş, kitapların toz içinde beklediği, insanın değil kitap okumak için, bir arkadaşa bakmak için bile kafasını içeri uzatma isteği duymayacağı kütüphanelerden söz etmiyorum.
Bir kere bu işe soyunulduğu anda bunun her ilçeye bir halk kütüphanesi hedefiyle yapılması gerekiyor. Ve bu halk kütüphanelerinin herhangi büyük bir kitapçıda bulabileceğimiz tüm kitapları içermesi, bunların medeni ölçütler içinde düzenlenmiş olması ve hizmet veren personelin de manavda değil kütüphanede görev yaptığının bilincinde olması hiç fena olmaz. Tabii e-kitap gibi yeni seçeneklere de açık bir kütüphane olmalı burası. Kütüphane verilerine internet üzerinden ulaşılmalı vb...
Ayrıca mümkünse herhangi bir devlet dairesi gibi 5’te kapanmamalı. Çalışan insanların da iş çıkışı uğrayabilecekleri bir kütüphaneye ihtiyaçları var. Evet, bütün bunlar da kaynak gerektiriyor, farkındayım. Sorun değil, ödediğimiz vergiler hiç de az sayılmaz.
Bu kütüphaneler neyi sağlayacak biliyor musunuz? İçeri adım atanın kitap okuma isteği duymasını öncelikle. Parası olmayanın da kitaba ulaşabilmesini sonra. Ve yayınevlerinin bastığı bir kitabın hatırı sayılır adette miktarının devlet tarafından satın alınmasını. Satın alınan o kitapların kütüphaneler aracılığıyla halka ulaşmasını ve bu sayede kitap okuma alışkanlığı kazanan pek çok kişinin cebinde parası olduğunda kendi evine kitaplık kurmasını.
Yayıncının belini bükenler
Kütüphaneleri kurduk artık biraz ayaklarımızı uzatabiliriz demek yok. Daha çok iş var. Bir kere, kitaplar neden bu kadar pahalı olmak zorunda, bu sorunun yanıtını vermek gerekiyor. Ülkeyi yönetenlerin, yayınevi sahiplerini karşısına alıp dinlemesi gerekiyor. Onların da ithal kâğıt almak zorunda kalmanın bellerini büktüğünü açık açık söylemeleri. Bütün amaç asıl meselenin tartışmaya açılması: Bu mecburiyetin sorumlusu kim? Neden yerli kâğıt bu kadar kalitesiz? Yayın sektörünün yan sanayisinin gelişmesi ve kaliteli yerli kâğıt üretilmesinin koşullarını kim yaratacak?
Başımıza iş çıkarıyorsun denilmeyecekse eğer, ilgili bakanlıkların görevleri arasında bu meselelere çözüm üretmek olduğunu da söylemek zorundayım.
Bir diğer konu da kitaptan alınan vergiler. Devlet tüketilmesinden haz etmediği kimi ürünlerin üzerine vergi bindirerek, bunların satışını düşürmeyi sağlayabiliyor. Demek ki bunun tersi de mümkün. Kitap üretiminin ve tüketiminin artması isteniyorsa kitaplardan alınan vergi asgari düzeye neden çekilmesin?
Yazar teliflerine standart, sonra da iyileştirme
Kâğıt masrafının ve verginin ağır yükünden biraz olsun kurtulan yayınevleri de böylece elde edemedikleri kârları yazarın ve çalışanların emeklerinden çıkartmak zorunda hissetmezler belki kendilerini. İnsanoğlunun doğasının tabii ki farkındayım. Hele ki ticaret yapıyorsanız daha çoğunu kazanmaya motive olmuşsunuz demektir. İşte telif sisteminin düzenlenmesi de bu yüzden gerekiyor. Yazar teliflerinin düşüklüğüne gelmeden önce, bu teliflerin hiçbir standardı olmamasından bahsetmekte yarar var. Bugünkü piyasa koşullarında kimi yayınevi yazarına yüzde 5 telif verirken, en kabadayısı yüzde 15’lere, 16’lara çıkarıyor bu oranı. Yasalarla asgari bir telif oranı belirlemek zor bir iş değildir herhalde. Böylece yayıneviyle sözleşme yapan yazar haklarını koruyan bir yasaya sırtını dayamanın güveniyle hareket edebilir. Bu standardı oturttuktan ve öteki sorunların çözümünde biraz yol aldıktan sonra ise telif oranlarının yükseltimesi kaçınılmaz olarak gündeme gelecek elbette.
Küçük yayınevlerine destek
Düşük yüzdelerle telif vermek “zorunda kalan” küçük yayınevleri ne olacak diyeceksiniz. Pek çok alanda devlet özel girişimlere desteklerde bulunuyor. Küçük ölçekli şirketlere yapılan bu desteklerin bir benzeri yayıncılıkta neden uygulanmıyor? Anlıyorum tabii, bütün bunlar yayıncılığı ihtiyaç değil de hobi gibi görmekten kaynaklanıyor. Deneyimlerimiz de gösteriyor ki hükümetler kendi etrafında dönen uydu yayınevlerini palazlandırmayı tercih ediyor. Ama madem önerilerde bulunan bir yazı tasarladık, eleştiri kısmını kenara bırakıp devam edelim…
Endüstrileşmeyle birlikte piyasa koşullarının küçük yayınevlerini nefes alamaz hale getirdiği bilinen bir gerçek. Ama bu küçük yayınevlerine ihtiyaç olduğunu da kabul etmeliyiz. Endüstrileşmeyi durduralım, hepimiz küçük kalalım diyemeyeceğimiz için, küçük ölçekli yayınevlerini desteklemek ve önlerini açmak da devlete düşen işlerden biri.
Yazar ve yayıncı örgütlerine çağrı
Kültürü, sanatı, edebiyatı desteklemek ve yazarların hakkı olanı kazanmasını sağlamak hiçbir yayınevinin görevi değil. Yayınevlerinin tek işi bu alanda üretim yapmak. Bunun karşılığında da ticari bir fayda elde etmek. O nedenle yayınevlerine az telif veriyor diye kızmak epey naif kaçıyor. Üstelik bu karambolde asıl muhatap da ortalıktan sıvışmış oluyor. Bizim işte o muhatabı kibarca yolundan alıkoymamız ve kendisine teşvik yönetmeliklerinden önce konuşacak başka konular olduğunu söylememiz gerekiyor. Yayınevi sahipleriyle ve yayıncılığın tüm bileşenleriyle birlikte sektörün ortak sorunlarının çözümü için taleplerimizi masaya koymak ve bu meselenin ısrarla takipçisi olmaktan başka çaremiz de yok gibi görünüyor.
Bu yazı, taleplerin ne olabileceği konusunda tartışma açmak için sadece bir girişim, muhatapla masaya oturmadan önce olabildiğince farklı fikrin ve deneyimin paylaşılmasına ihtiyaç var kuşkusuz. Hem bunun zeminini yaratacak, hem de talepleri iletecek olanlar da yazar ve yayıncı örgütleri olsa gerek… (IZ/YY)