Edward Said, başyapıtı Şarkiyatçılık'ta can alıcı bulduğum bir gerçeğe dikkat çeker. Said, 19.yy.dan itibaren Batı'ya giden Doğulu seyyahların, Doğu'ya gelen Batılı seyyahlardan farklı olarak, kendi medeniyetlerinden daha "ileri" olan Batı medeniyetinden bir şeyler öğrenmeyi amaçladığını söyler. Hatta Said'in tabiriyle Batı'yı görüp "şaşakalmak" da bu amacın bir parçasıdır.
Bu "şaşakalma", aşağı yukarı Said'in belirttiği tarihlerde Batı'yı tanımaya başlayan Türk aydınlarında karşımıza çıkan bir durumdur. Hatta bu şaşkınlığın sadece o tarihlerle sınırlı kalmayan, bugüne kadar varlığını sürdüren bir geleneğe dönüştüğünü bile öne sürebiliriz.
Örneğin Ahmet Mithat'ın Berlin'e dair gezi notlarında ya da Ahmet Haşim'in Frankfurt'a dair yazdıklarında böyle bir şaşkınlık vardır. Birinde karşılaştığı kültürü tüm ihtişamıyla anlatma kaygısını ve belki de içten içe böyle bir kültür karşısında yaşanan kıskançlığı gözlemleyebilirken, diğerinde tüm bunlara ek olarak Batı'nın ihtişamı içinde yabancılaşan, yalnızlaşan Doğulu bir aydını görürüz.
Batı'yı kıskanmak
Aslında bu şaşkınlık sadece aydınlara özgü bir şaşkınlık değil. Bu topraklarda yaşayıp da Batı'ya yolu düşen hemen herkes şaşkınlıkla karışık hayranlık, hatta kıskançlık duymuştur. En azından benim zaman zaman yaşadığım bir karmaşadır bu.
Özellikle Almanya'nın geçmişiyle yüzleşme biçimi beni her zaman şaşırtmış ve hayran bırakmıştı. Ne yalan söyleyeyim, bizde olmadığı bir biçimde geçmişin izlerini silmeme, hatta her daim canlı tutma alışkanlığı bende hep kıskançlık uyandırmıştır. Bırakın uzak geçmişini, yakın geçmişini bile hatırlamak istemeyen; hatta geçmişin üzerine sünger çekip, izlerini silerek; geride kalanları yıkarak, yakarak unutan / unutturulan belleksiz bir toplumun üyesi olarak böyle hissetmem doğaldır diye düşünüyorum.
Geçmişle yüzleşmek
Geçtiğimiz hafta Berlin'e gittiğimde yine aynı duygulara kapılmışken, birdenbire bu geçmişi hatırlama meselesindeki bir çürüğü fark ettim. Muhtemelen, daha önce bir Doğulu olarak Batı karşısında ağzım açık hep şaşakaldığım için göremediğim bir detaydı bu. Hâlbuki bu detay, işin bütün büyüsünü bozuyordu.
Berlin'deki kötü geçmişe dair izlerin korunarak anıtlaştırılması, içten içe başka bir şeye hizmet ediyordu. Sürekli geçmişte yaşanan kötülükleri hatırlamak, bunları her daim canlı tutmak; bugünü görememeyi, hatta bugünü mükemmelleştirme yanlışını beraberinde doğuruyordu.
Aslında geçmişle yüzleşmemizi sağlayan her anıtın, üstü örtülü bir biçimde bilinçaltında sebep olduğu düşünce, bugünün kusursuz olduğuydu. Her anıtın bize anlattığı şey buydu: "Bakın, geçmişimiz ne kadar kötüydü; nice insan gözyaşı döktü, niceleri işkenceye maruz kaldı, yuvalarından koparıldı, sevdiklerinin ölümünü seyretmek zorunda kaldı; nihayetinde nice insan hunharca katledildi. Oysa bugün, tüm bunları geride bıraktık. Tüm bu kötülüklerden arınmış, mükemmel bir toplum yarattık."
Geçmişi ötekileştirmek
Simone de Beauvoir, insanın doğasında öyle ya da böyle, bir şekilde öteki yaratma ve bu ötekiyi dışlama kusurunun olduğunu söyler. Bu çürük, hem tek tek bireyleri, hem de toplumları, farklılıklar karşısında hastalıklı bir tutuma yönlendirir. Ancak bu hastalıklı duruma rağmen ötekileştirme mekanizması, oldukça pratik bir şeye hizmet eder: Kendini aklamaya...
Batı kendini Doğu'yu ötekileştirerek aklar. Benzer bir biçimde heteroseksist ahlak, cinsel azınlıkları ötekileştirerek kendini aklamış olur. Almanya örneğinde ise ötekileştirilen geçmiş, bugünün aklanmasına hizmet eder.
Bugünün aklanması
Bugünün, şimdinin aklanması için geçmişi kötülemek, hemen her toplumda; hatta toplumun her katmanında, her alanında yapılan bir şey. Ahmet Sipahioğlu her ne kadar sanattaki üslûplar için söylemiş olsa da, geçmişin kötülenmesine dair söyledikleri ufuk açıcı nitelikte.
Sipahioğlu eksi rejimin kötülenmesinin, şimdinin "meşruluğunu", "geçerliliğini" sağlamak için ne kadar önemli olduğundan bahseder. Kendi sözleriyle eski, "ancak bütün suç ve günahları bir bir sayıp döküldükten sonra ortadan kaldırılabilir."
Bu düşünceyi temel aldığımızda, yeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti'nin, kendini mükemmelleştirme adına Osmanlı'ya dair her şeyi kötüleme / ötekileştirme yoluna gittiğini fark ederiz. Ancak yeni kurulan bu toplum geçmişini reddedip, durmadan kötülediğinden; bugünün kusurlarını göremez oldu.
Şimdi benzer bir durumu, geçmişiyle yüzleşmek konusunda bugüne kadar hayran kaldığım Almanya toplumunda görüyorum. Geçmişin kötülüklerini hatıralarında sürekli canlı tutan bir toplum, bugünün kötülüklerini görememe tuzağına düşmek üzere...
Sanırım en doğrusu, geçmişteki kusurlarını unutmayan ama bugününü eleştirmeyi de elden bırakmayan bir toplumsal bilinç yaratabilmektir. (YB/EZÖ)
Fotoğraf: Richard Dennis