Hopa’dan dolmuşa binip, Sarp sınır kapısında iniyorum. Önce çıkış kaşesi vuruluyor pasaportuma, sonra giriş. Birkaç adım yürüyerek Gürcistan’a hoş buluyorum.
Batum’a giden dolmuşta yanımda oturan Tiflis’li Lale, İzmir’de yaşayan hasta bir kadına baktığını, şimdi izne geldiğini ve torunlarıyla buluşup denize gireceklerini anlatıyor. Dolmuş şoförü söze girip, nereye gideceğimi soruyor. Türkçeyi nerede öğrendiğini sorarak yanıtlıyorum onu. Osmanlı 300 yıl buradaydı, diyor gülerek.
Otogarda, botanik parka gitmek üzere Lale’nin bulduğu araca binip, sürücünün, “geldik da” dediği yerde indiğimde, orman doğallığında büyük bir bahçede buluyorum kendimi. Yürüyenler, banklarda dinlenenler, piknik yapanlar, aşağıda uzanan denizin mavisinde yüzenler, kumsalda güneşlenenler, arkadaş grupları, yalnızlar. Koyu gölgeli yollar. Ulu ağaçlar. Kökler. Ihlamur kokusu. Ortanca mavisi. Zambak turuncusu. Sarmaşıklar. Börtü böcek. Dalından düşen sararmış yapraklara incitmeden dokunan rüzgar…
Kuşların ötüşleri, denizden gelen mavi solfeje diziliyor nota nota. Yeşilin her tonunda hiç durmadan çoğalıyor hayatın nakaratsız şarkısı.
Çantamı yastık yapıp sırtüstü uzanıyorum. Yağmur olup yağıyor yeşil, gökyüzünü örten ağaçların dallarından. Kapatıp gözlerimi, doğanın dokusunda eriyorum. Uyumlu. Sessiz. Sade. Abartısız. Kendi ritminde sürüyor hayat. Usulca akıyor zaman. Bir karıncanın ayak seslerini dinleyerek uykunun kollarına sokuluyorum. Gözlerimi açtığımda geri dönüyor kuş sesleri ve yeşilin gölgesi.
Elma yiyorum. Kalkıp yürüyorum. Sarmaşıkların arasında gizlenen banklara oturup, kuşların anlattıklarını dinliyorum. Karadeniz'le uzun uzun söyleşiyorum. Bütün bunları yaparken kendim olabildiğim için diyecek yok keyfime.
Altın post
Parktan çıkıp Batum sokaklarında dolaşırken, 5.25’i gösteriyor Ermeni Kilisesinin saati. Ortodoks kilisesi, manolya ağaçlarının gölgesinde dinleniyor. Bergama’dan getirilen taşlarla döşeli yolların kenarlarında, eve ekmek ve tuz götürmek için çalışan kadınların tezgahlarında; karpuzdan elmaya, domatesten bibere, portakaldan kiraza, şeftaliden kayısıya, erikten çileğe, incirden muza, kendi tadını unutmamış sebze ve meyveler dört mevsimi bir araya getiriyor.
Elinde altın postu tutan Medea heykeli, eskimeyen bir hikayeyi hiç durmadan tekrarlıyor. Ölümden kaçırdığı iki çocuğu sırtına alarak Yunanistan’dan yola çıkan kanatlı koç, küçük Helle’yi Çanakkale Boğazı civarında düşürse de, Phriksos’u Kolkhis’e (şimdiki Gürcistan) getirmeyi başarmış. Tanrı Zeus’a kurban edilen koçun altın postu ise, Kolkhis Kralı Aietes’e armağan edilmiş. Gel zaman git zaman, yeni bir hikayenin başlangıcını yapan İason’un önderliğindeki 50 Aka’lı adam, Argo isimli teknede kürek çekerek ve türlü çeşitli macera yaşayarak gelip, kral kızı Medea’nın yardımıyla altın postu ele geçirmiş ve Yunanistan’a geri götürmüşler. Argonautlar’ın bu zorlu yolculuğu destanlara ve tragedyalara konu olmakla kalmamış, teknenin benzerini yaptırarak aynı yolculuğu tekrarlama isteğini çağımız insanlarına da taşımış.
Sahildeki banklardan birine oturup, limanda sıralanan gemileri ve kıyıda balık tutanları seyrediyorum. Bir parkın kuytusundaki “Akçaabat köftesi” yazan büfede, ince belli cam bardakta çay getiriyor, mavi tişörtlü garson Madonna.
Gümrük yirmi dört saat açık nasıl olsa diye düşünürken fark ediyorum ki, henüz dönesim yok memlekete. Kestane ağacının altında koyulaşırken gece, hava serinliyor. Sırt çantamdan çıkardığım Hisarönü’nden alınma sarı yazmamı boynuma dolayıp, dolmuşla tren garına gidiyorum. 22.30 yataklı trenindeki üst ranzaya yerleşiyorum. Alt ranzaya çocuklu bir aile geliyor. Onların konuşmalarındaki müziği ve rayların mırıltısını dinlerken, uykunun derin kuyusuna iniyorum usulca.
Gözlerimi Tiflis’te açıp, elimi yüzümü yıkayıp trenden iniyorum. Koca bir kent uzanıyor karşımda. Eski dokuya doğru uzun bir yürüyüş sonrası ulaştığım alanda, tabelasında “Alaaddinin Lambası” resmi olan halıcıyı görüyorum. Dükkan sahibi Eldar, esnaf komşularıyla birlikte beni de çaya davet ediyor ısrarla. Azeri olduğunu, zaman zaman Türkiye’den de halı aldığını anlatıyor çay sohbetinde. İlerdeki Vahtang Gorgasal’ın heykelini göstererek; “Ava çıkan Kral, atmacasını bir sülünün peşine salmış. Sonra ikisini de ormanlarla kaplı bu yörede sıcak suya düşmüş olarak bulmuş. Bölgeyi çok beğendiği için de onun buyruğuyla Tiflis burada kurulmuş” diye özetliyor kentin öyküsünü.
Sarı yazma
Çini duvarlı Türk hamamını, ahşap cumbalı evleri, Şah Abbas Camisi'ni fotoğraflayarak, eski dokunun içinden yukarıya çıkıyorum. Kale duvarının dibindeki banka oturup, şelalenin ve ağaçların sesini dinliyorum bir süre. Ağaç denizini yukardan aşan köprüden geçerek yürümeyi sürdürüyorum sonra.
Ulaştığım Sololaki Tepesi'nde, bir elinde dostlar için şarap kasesi, diğer elinde düşmanlar için kılıç tutan Kartlis Deda (Gürcü Ana) heykeliyle birlikte, Tiflis’i seyrediyorum. Arkamızda uzanan yeşil vadide ağustos böceklerinin şarkısı yankılanırken, Kraliçe Tamar “sırtınızdan yük eksik olmasın” dediği için, Gürcü kadınların çilesinin hiç bitmediğini fısıldıyor rüzgar.
Kura Nehri'nin ikiye böldüğü kentin fotoğraflarını çekerek aşağıya inip, sora sora çayhaneyi buluyorum. Beyaz porselen çaydanlıkta getiriyor çayı Alyoşa, yanında dilimlenmiş limonla birlikte. Türkiye’den geldiğimi öğrenen eşi Margo mutfaktan çıkıp yanımıza geliyor.
“Nenemin anası Kars’tan, atası Muş’dan. Ben Ermeniyim. Ermenistan buraya 280 kilometre, Sevan Gölü çok yahşi, orada dinceliyor insanlar, gidip görmelisin” diyor Margo. Tiflis’teki yaşamlarını soruyorum ona. “İş yok, yaşam çok çetin. Üç uşak var, iki kız, bir oğlan. Onların çocukları sekiz balacan. Çok oturduk, fikir eyledik başka iş için. Kardeşim Amerika’da, iş yok, çok çetin diyor o da” diye özetliyor durumlarını.
Memleket işi sarı yazmamı veriyorum ona, okşarcasına avuçlarında tutuyor konuşurken. Hrant’ın kaldırımda yüzüstü yatan bedeni ve iki halkın arasında yaşananların hüznü hiç çıkmıyor aklımdan. Ayrılırken sımsıkı kucaklaşıyoruz Margo’yla…
Gece 01.40 trenine bilet bulabiliyorum. Sabah Batum’da uyanıp, sokaklarda fotoğraf çekiyorum bir süre. Dolmuşla gümrüğün yakınındaki plaja gidip, Karadenizin mavisine bırakıyorum kendimi. Hızla akıyor zaman, ağır ağır sulara gömülüyor güneş. Kalkıp memlekete dönüyorum. (Gİ/HK/YY)