Gazeteciler, tanıktır.
Yargının tanıklarıdır. İnsanlara yapılanlara, insan hakları ihlallerinin tüm hallerine, zaman ve mekânda olup bitenlere tanıktır gazeteciler…
Gazeteci olarak kendi tanıklıklarından yola çıkan yitirdiğimiz bir gazeteci, 12 Eylül faşizminin yaşanmış tanıklıklarına ve suskunluklarına karşı şunları yazmıştı…
“İçinde yaşadığımız dönemin tanığıyız hepimiz. Bütün bunlar olup biterken evlerimizde, işyerlerimizdeydik, sinemalardaydık, TV önündeydik, içkili yerlerdeydik. Duyuyorduk bütün bunları, ama ‘bana dokunmayan yılan bin yaşasın’mı diyorduk, ne diyorduk; sustuk, gereken oyları bile verdik, karşı çıkmak, tepki göstermek şöyle dursun, ne isteniyorsa… Hepimiz suçluyuz. Bütün acılardan, işkencelerden sorumluyuz. Bu çirkin dönemin hesabını sormamız gerek. Bütün bu belgeleri, tanıklıkları hiç değilse bilmek, öğrenmek gerek. Aynı yanlış, çıkmaz yollara bu toplumun bir daha düşmemesi için bilinç aydınlığında gerçekleri öğrenmemiz gerek. (…) Gazeteci çağının en güvenilir tanığıdır. Her gazeteci mi? Değil. Olayları saptıran, yozlaştıran, kendi çıkarına, siyasal eğilimine göre yönlendirenler de var.” (Akbal, Oktay. Onbinlerce Tanık. Cumhuriyet. 07.06. 1986)
Gazetecinin görevi insan hakları ihlallerine dair gördüğü, tanık olduğu ve bildiği ne varsa yazmaktır, haber vermektir. Bir gazeteci (Tuşalp, Erbil. 22.05.1986 Bin Tanık. Yazılama Yayınları. Nisan 2013. Syf 15) 12 Eylül faşizminin yaşandığı yıllara dair tanıklığının tarihe not düşmekten öte bir işleve sahip olduğunu ifade ederken şöyle yazmıştı; “Birde şu var: Gazetecinin çağının tanığı olduğuna inanıyorum yıllardır. İnsanın gerçekler karşısında susmasının katılmak olduğuna daha çok inanıyorum artık.”
Gördüğünüz gerçekler karşısında karşı susmak, yaşananlara göz yummaktır.
Gazetecilerin tanıklıkları; yargılanamaz, cezalandırılamaz ve gazetecilik suç değildir.
Yargı gazetecilerin tanıklığını yargılayamaz ama bizim memleketimizde; yazılan, haber olan, “gazeteci tanıklıkları” bile suç sayılabilir, gazeteciler yargılanabilir ve cezalandırılabilirler…
Yargının tarihteki yeri istisnalarına rağmen çok acıklıdır. Tarihsel olayları bile yargılamak suretiyle aslında “tarihi” yargılamaya kalkanlar; gözünüzün içine bakamadıkları zaman ve mekânlarda verdikleri cezaların arkasına saklanırlar ve tarihin karanlıklarına gömülürler! Bu yargının sürekli yaşadığı tarihsel kaderi ve trajedisidir!
Sessizlik, suskunluk ve acımasızlıkla örtülü hukuk adalet dağıtamaz. Topluma hukuksuzluk egemen olmuşsa; yargı çökmüştür ve gazetecilerin bu çöküşe tanıklığı hukukun tuz buz olmuş halidir.
Bu yargının içinde bulunduğu perişanlıktır. Kendi tercihi olan perişan hallerinin zavallılığıdır!
Yargının halleri bir yana, gazeteciler; tüm zamanların ve mekânların sorgulayıcısıdırlar. Asıl adalet onların tanıklığı ile gün yüzüne çıkar ve yargılayanları yargılar! Gazetecilerin tanıklığında ortaya çıkan yargının bu hali üzerinde iyice düşünülmelidir. Geleceğin aydınlık olması için bu karanlıkta ödenecek daha kaç bedel varsa olup bitenler ona göre sorgulanmalıdır…
Gözümüzün önünde olup bitenler unutulmaz, unutulmamalıdır. Yaşananları bir gün bir zamanda, bir mekânda sorgulayanlar çıkar, yazar ve tarihe not düşerler.
Hapislik ve gazetecilik!
Gazeteci Ahmet Şık, Fetulah Gülen’in gerçek yüzünü ortaya çıkardığı için 5 Mart 2011 tarihinde tutuklanmış ve 12 Mart 2012 de tahliye olmuştu. Hakkında açılan ceza davası sürüyor. Altı yıl sonra Savcılık esas hakkındaki görüşünde “beraat” istedi…
Bu dava sürerken, Ahmet Şık, terör örgütü FETÖ/PDY’ye ve PKK/KCK’ye yardım ve yataklıktan ve terör örgütü propagandası yaptığı iddiasıyla 30 Aralık 2016 tarihinde yeniden tutuklandı… Boyun eğmeyi bilmeyen ve “birilerinin makbul gazetecisi” olmayan, onun yerine bir avuç gökyüzüyle yetinmeyi bilen ve tanıklıklarıyla gazetecilik yapan gazeteci olarak yargının tutuklusu ve hapiste!
Yargıya inat; kaderi gazetecilik olan, gazetecilikten vazgeçmeyen bir gazeteci ve yine hapis!
Gazeteci için hapisliği Cumhuriyet gazetesi ve theguardian web sayfasında anlatmış…
“Hapislik zor! Gazetecilik faaliyetlerinin suç olarak gösterilip, ait olmadığımız bir geçmiş ve ne olacağını bilmediğimiz bir gelecek arasında sıkışıp, bir boşlukta kalmışken daha da zor.
Dışarıda akıp giden dünyayla kurabildiğimiz tek bağ dört bir yanı jiletli tellerle çevrili sekiz metrelik duvarın üzerinden göz kırpan bir avuç gökyüzü. Ancak bu bir avuç gökyüzünün dahi tel örgülerle gasp edildiği bir yerde olunca her şey daha da zor. Her şeyin katı ve eşitsiz olduğu bu yerde kitaplar ve mektuplar ışıl ışıl bir özgürlük elbette. Ama onlar da yok. Çünkü yasak! Televizyon ve gazete olması avutmuyor. Zira ekranlar ve sayfalardan aktarılanlarla Türkiye’deki hakikat arasında çok uzun zamandır çok derin bir uçurum var. (…) Birilerinin makbul gazetecisi olmamaya direnip de özgürlüğünüz alıkonulmuş, bir avuç gökyüzünüz dahi gasp edilmişken, kitaplara ve mektuplara erişemezken ne hissedilirse onu hissediyorum.
Uykunuzdan uyandırıldığınızda hiç bilmediğiniz bir yerde hiç bilmediğiniz insanların arasında kendisini bulmuş gibi yabancısı olduğunuz ve çeşitli tuhaflıkların yaşandığı bu yerde konuşulan dili bilmiyorsunuz. Konuşulanları anlamıyorsunuz. Her şeyi görüyor her şeyi anlıyor ama bunları dilediğinizce anlatamıyorsunuz. Çünkü zaten bunları anlatacak bir insan yok. Karşınıza çıkarılan insanlarla aynı dili konuşmuyorsunuz. Yani her şeyi duyabiliyorken sağır, her şeyi görebiliyorken kör, her şeyi anlatabiliyorken dilsizsiniz bu yerde. Ben de öyle bir yerdeyim.”
Bir gerçeği yeniden yazalım gazeteciler hapiste! Siyasal iktidar gazetecileri hapiste tutmak istiyor ve ısrarlı… Hapisteki gazeteciler şimdilik; duydukları halde sağır, gördükleri halde kör, anlatabildikleri halde dilsizler! Tarihe tanıklıkları sürüyor, bitecek elbette!
Bizler nasıl bir yerde ve ne haldeyiz acaba?
İnsan hakları ihlallerini ve yalanları işitebiliyoruz, sağır değiliz. Daha yaşanılır bir dünya için söyleyecek sözümüz ve dilimiz var. Her şey gözümüzün önünde olup bitiyor, kör değiliz. Yaşadıklarımızın tanığıyız. Yaşamımızın tanıkları hapiste!
Olağanüstü “rejim” bireylerin temel hak ve özgürlüklerinin ihlal edilebileceği hakkındaki hukuki kabul edilen hallerin rejimidir. Olağanüstü halin geçerli olduğu zaman ve mekânlarda hakların ihlal edileceği varsayım değil, reel politiktir. Hak ihlalleri günlük yaşamımızın olağan hallerine dönüşür. Olağanüstü hal devam ederken seçim yapılamaz, yapılmamalıdır.
Olağanüstü rejimlerin insan haklarının somut olarak yoğun biçimde ihlal edildiği uygulamalara kapı araladığını ve ülkemizde ise bu kapının ardına kadar açıldığını gördük, duyduk, işittik, tanık olduk, yaşadık ve yaşamaya devam ediyoruz. Artık herhalde yaşadıklarımızın ve tanıklıklarımızın yeter olduğu da herhalde yeterince anladık!
Yeter mi? Yoksa yetmez ama “evet” mi?
Bundan sonra yaşamımızı “evet” ve “hayır” kelimelerine bağlamak suretiyle bizim geleceğimizi biçmeye kalkışanların amaçlarına ve adaletsiz yargılarına karşı “hayır” demenin zamanıdır.
Aksi takdirde bir gün gözümüzün önünde olup bitenlere, yaşadıklarımıza ve tanıklıklarımıza rağmen olaylar karşısında neden sessiz kaldığımız sorusuna verecek yanıtımız yok demektir. (Fİ/HK)