Bugün, 2 Kasım. Yani tüm dünyada Gazetecilere Karşı İşlenen Suçlarda Cezasızlıkla Mücadele Günü.
Basın özgürlüğüne yönelik ihlallerin yaygınlığıyla göze batan ve kötü nam salan Türkiye, medya temsilcilerine karşı suçlarla nasıl baş ettiğine bakıldığında, yerli vakalara özensiz veya kayıtsız kalan, uluslararası boyutları olan dosyalara ise (çıkarlarına göre) çoğunlukla minimalist ancak her halükarda hızlı tavır gösteren bir ülke görüntüsü çiziyor.
Türkiye’de kamu makamları, özellikle gazeteci cinayetlerinin araştırılması ve kovuşturulması süreçlerinde, geçmiş beş yıla kadar ciddi bir kayıtsızlık gösterdi.
TIKLAYIN- Gazetecilere Yönelik Saldırılar Etkin Soruşturulsun
İktidarın “konjonktürel desteği” kalkınca
Bazı dosyalar, iktidarın topluma mal olmuş aydın ve gazetecilerin öldürüldüğü davalarda adaletin önünü açabildiği ancak söz konusu siyasi hava, heyecan ve argümanlar ortadan kalkınca bu pozitif rolünden çekilebildiğini gösteriyor. Bu dosyalara Musa Anter ve Hrant Dink cinayetleri örnek olarak gösterilebilir.
20 Eylül 1992’de Diyarbakır Seyrantepe’de Özgür Gündem gazetesi köşe yazarı Musa Anter’in öldürülmesi, yazar Orhan Miroğlu’nun da yaralanması, JİTEM saldırılarıyla birlikte yargılamaya dönüşmesi, Kürt siyasi hareketiyle girilen “Kürt Açılımı”nın bir kazanımıydı.
Devletin Susurluk Raporu’nda da üstlenip pişmanlık bildirdiği cinayete ilişkin davanın Ankara 6. Ağır Ceza Mahkemesi’nde yedi yıldır olağan prosedüre terk edilmesi, devletin “temiz bir sayfa açma” iradesinden feragat etmesini de sembolize ediyor. JİTEM’in işlediği cinayetlerle ilgili 18 sanıklı davada, ne “Yeşil” kod adlı Mahmut Yıldırım’ı bulunabildi ne de İsveç’teki PKK itirafçısı ve eski MİT elemanı Abdülkadir Aygan’ın (Aziz Turan) ifadesini alınabildi.
90’larda işlenen Uğur Mumcu ve Ahmet Taner Kışlalı cinayetlerini de kapsayan Umut Davası da, İnterpol aracılığıyla “aranan” bombacı dahil altı sanıkla Ankara Ağır Ceza Mahkemeleri’nde hala sürüyor. Adalet arayışları, “duvarın üzerlerine yıkılmasından endişe eden” dönemin yetkililerini 20 yıldır aşamadı.
Dönemin hükümet ve devlet ileri gelenlerinin aydınlatılması için namus sözü verdiği Hrant Dink cinayeti, önceleri “Ergenekon” örgütünün iktidarı sarsmak için giriştiği eylemlerden sayıldıktan sonra, son dört yıldır da, iktidarla hesaplaşmaya girişen Fethullah Gülen Cemaati kadrolarına mal ediliyor. Dink’in 19 Ocak 2007’de İstanbul Şişli’de öldürülmesine ilişkin kamu görevlilerinin yargılandığı davada, dönemin Emniyet İstihbarat Daire Başkanı Ramazan Akyürek, İstanbul İstihbarat Şube Müdürü Ali Fuat Yılmazer, İstanbul Jandarma İstihbarat TİM Komutanı Yüzbaşı Muharrem Demirkale ve gazeteci Ercan Gün tutuklu. Son dönemde İstanbul 14. Ağır Ceza Mahkemesi’nin başına Akın Gürlek’in getirilmesi ve mahkeme üyelerinde değişikliğe gidilmesi, Dink’i 2004 yılında İstanbul Valiliği’nde uyaran iki MİT görevlisinin ve MİT İstanbul Bölge Başkanı Ahmet Köksoy’un dinlenmesinden tuhaf bir şekilde vazgeçilmesine de neden oldu. Dönemin diğer yetkililerinin de soruşturulmasının özenle reddedildiği dosya, alelacele savcılık mütalaasıyla kesildi. Yargılama 26 Kasım’da özensizce sonlandırılabilir.
Gazetecilere “Arap Baharı” kısa sürdü
Türkiye, özellikle Arap Baharı’yla birlikte Arap coğrafyasından birçok gazetecinin hem baskıcı rejimlerden hem de IŞİD’den kaçarak yerleştiği görece güvenli bir ülkeydi. Ancak IŞİD’in 2014’ten beri Suriye’de güç kazanmasıyla Gaziantep ve Şanlıurfa’da işlenen cinayetler ve 2018’de gazeteci Cemal Kaşıkçı’nın Suudi Arabistan Konsolosluğu’nda “yok edilmesi”, Arap gazetecileri tedirginliğe itti. Son altı yılda Türkiye’de, Cemal Kaşıkçı, Hala Barakat, Ahmet Abdulkadir, Firaz Hamadi, Naci El Jerf, Muhammed Zahir el Şerkat gibi Arap gazetecileri öldürüldü.
TIKLAYIN- Suriyeli Gazeteci Antep'te Silahlı Saldırıya Uğradı
IŞİD katliamlarını gündeme getiren belgeselci Suriyeli gazeteci Naci El Jerf (37), 27 Aralık 2015’te Gaziantep’te Ali Fuat Cebesoy Bulvarı üzerinde yürürken, kimliği belirsiz kişi ya da kişilerce silahla öldürüldü. Sanıklardan birinin yakalanması ve cinayetten mahkum edilmesi yetkililerin bir buçuk yılı aldı: 9 Haziran 2017’de Gaziantep Ağır Ceza Mahkemesi, Hentah gazetesi sorumlu müdürü El Jerf’in öldürülmesinden sorumlu tuttuğu Yusuf Hamed Chefreihi’yi iki kez ömür boyu hapis ve 5 yıl 5 ay hapis cezalarına mahkum etti. Diğer üç sanıksa kanıt yetersizliğinden tahliye edildi.
TIKLAYIN- 2017 2. Çeyrek Medya Gözlem Raporu - Tam Metin
Failin hızla yakalanıp mahkum edildiği bir başka örnek de, Suriyeli gazeteci Hala Barakat ve Esad muhalifi annesi Uruba Barakat’ın İstanbul Üsküdar’da 2017’de öldürülmesiydi. Olaydan birkaç gün sonra Bursa’da yakalanan, maktullerin akrabası olduğu ileri sürülen tutuklu Ahmet Barakat, 13 Mart 2018’de biri ağırlaştırılmış olmak üzerine iki kez müebbet hapis cezasına mahkum edildi. DNA izleri ve kamera kayıtlarıyla tespit edilen zanlı, ilk ifadesinde “Onlara çalışıyordum, paramı vermediler, öldürdüm” dediği halde İstanbul Anadolu 5. Ağır Ceza Mahkemesi’ndeki karar duruşmasında, “Aramızda husumet yoktu. Kesinlikle ben öldürmedim. Onları hiç görmedim bile” diyerek çelişkiye düşecekti.
El Jerf cinayetinde gazetecinin mesleki faaliyetleri nedeniyle hedef alındığı şüphe götürmezdi. Ancak Hala Barakat’ın annesiyle birlikte infaz edilmesi, Türkiye’de yargılamaların özensizce yürütüldüğüne dair özellikle uluslararası planda şikayetleri de beraberinde getirdi. Hala Barakat’ın zaman zaman çalıştığı ABD merkezli ABC News kanalı, 11 Ekim’de yaptığı yayında, hızla karara gidilen Türkiye’deki yargılamada, bir Suriye rejimi sempatizanı olan zanlının işlediği Barakat cinayetlerinin siyasi boyutları araştırılmadan (Hala Barakat öldürüldükten sonra sosyal medya hesabı ele geçirilerek Esad lehinde paylaşım yapılması, DNA tespitinde çelişki, zanlının Suriye rejimi sempatizanı olması vs.) sonuçlandırıldığını savundu. Ayrıca, ABD’li yetkililer de ABD vatandaşı da olan Hala Barakat’a sahip çıkmamakla eleştirildi.
Baskıcı Arap rejimlerinin Türkiye’de yaşayan muhaliflerin peşine istihbarat örgütleri aracılığıyla düştüğü biliniyordu. Ancak Washington Post gazetesi yazarı Suudi gazeteci Cemal Kaşıkçı’nın Suudi Arabistan’ın İstanbul Konsolosluğu’nda 2 Ekim 2018’de öldürülmesi, yeni bir eşiğin aşılması anlamına geliyordu.
İstanbul 11. Ağır Ceza Mahkemesi, cinayeti işlemek için özel jetle Türkiye’ye gelen timden 20 sanığı 11 Temmuz’da gıyaplarında yargılamaya başladı. Yetkililer, sıklıkla cinayetten Arabistan Veliaht Prens Muhammed Bin Salman’ı sorumlu tutarken, dava kapsamında sadece Ahmet bin Muhammed el-Asiri ve Suud el- Kahtani’yi cinayet için talimat vermekle suçladı. İstanbul Başsavcılığı, 24 Kasım’da tanık ifadeleriyle sürecek olan yargılamaya yakın zamanda, altı yeni sanığı dahil etti. İkinci iddianamede, altı sanıktan ikisi başkonsolosluk çalışanı olarak belirlendi.
“Namus sözü” değil, etkili mekanizma
Gazetecilerin ister kendi ülkelerinde isterse başka topraklarda karşılaştıkları tehlikeler artıyor. Sınır Tanımayan Gazeteciler (RSF) gibi uluslararası basın özgürlüğü kuruluşları, gazeteci ve aydınlara yönelik tehdit veya suçlarda devreye girebilecek bir mekanizma kurulması için Birleşmiş Milletler (BM) düzeyinde girişimlerini sürdürüyor. Kaşıkçı cinayeti gibi, gelecekte de görülebilecek “gazetecilere yönelik uluslararası boyutlu devlet suçları”, böylesi bir mekanizmaya olan ihtiyacı daha yakıcı hale getirebilir.
Ancak Türkiye ile sınırlı kalacak olursak, gazeteci cinayetlerinin kovuşturulmasına dair güvenin, uluslararası taahhütlere uygun olarak, dosyaların politik müdahalelere kapatılmasıyla gelebileceği söylenebilir. Her şeyden önce yargı bağımsızlığı yeniden tesis edilmedikçe, tüm bu dosyalarda kamuoyu vicdanını rahatlatacak bir sonuç elde edilemez. Keza Türkiye, hem onlarca yıl öncesine ait gazeteci cinayeti dosyalarını hem de uluslararası boyutları olan benzer vakaları gölge bırakmayacak şekilde çözmekle yükümlü. Yargının, suç bağlantılarını, faillerin bağlantılarından etkilenmeksizin, şüpheye yer bırakmayacak şekilde ortaya çıkarması gerek. Kamuoyu vicdanını rahatlatmanın ve tarihsel bir cezasızlık yükünden kurtulmanın yolu, iktidar hevesiyle “namus sözleri” vermekte değil, dosyaları donanımlı, yeni ve hızlı bir yargılama mekanizmayla çözmektir.
Gazetecilere yönelik suçlarla mücadele, örneğin, iktidarca konunun stratejik bir öncelik olarak gündeme getirilmesi, Adalet ve İçişleri Bakanlıklarınca genelge ve seminer yoluyla ilgili kurumlara yetkinlik kazandırılması ve uluslararası koruma mekanizmalarının geliştirilmesinde pozitif bir rol üstlenilmesiyle mümkün olabilir.
(NÖ)