Asker ya da güvenlikçi değilim. Güvenlik stratejileri üzerine çalışan uzman da değilim. Okur-yazar, biraz da eli kalem tutan, Türkiye’de doğmuş-büyümüş, okumuş-çalışmış, soru soran ve kafasındaki sorulara yanıt arama çabası içinde olan bir vatandaş, sade bir vatandaşım anlayacağınız.
15 Temmuz’da gece saat 22.00 sularında İstanbul’dan oğlum arayıp “galiba darbe girişimi var, CNN’i açsanıza” diye uyardığında haberdar olduk kalkışmadan. Sonra Başbakan gece yarısı telefonla televizyon haber kanallarına bağlanıp mealen “şu anda bir kalkışma var. Ama her şey kontrol altında, devletinize güvenin” diye bir açıklama yapınca durum netleşti.
Başbakanın açıklamasının bir-iki saat sonrasında Erdoğan, vatandaşları darbeye karşı sokaklara / meydanlara çıkmaya davet edince, durumun ciddiyeti daha bir açıklık kazandı. Başbakanın açıklamasıyla Erdoğan’ın daveti arasında geçen zaman dilimi içerisinde Meclis’te grubu bulunan tüm siyasi partilerin liderleri, “demokrasiden yana ve de darbeye karşı olduklarını” ilan ettiler. Ertesi ya da daha ertesi gün Erdoğan siyasi parti liderlerine “demokrasiden yana ortak tavır” aldıkları için teşekkür etti. Ama biri hariç. Buradan da anladık ki; Türkiye demokrasisi Halkların Demokratik Partisi’nin lideri (eş başkan ya da başkanları) tüm partilerle birlikte darbe girişimine demokrasi talebiyle karşı çıksa da bu durum HDP’nin, CHP ve MHP gibi Meclis’te grubu olan partiler arasında sayılmasını gerektirmiyormuş.
Darbe kalkışmacılarının FETÖ terör örgütüne bağlı subay - astsubaylar olduğu, daha darbe girişiminin duyurulduğu ilk dakikalarda açıklandı. Ben de merakla, 2002’nin sonundan 2013’ün 17-25 Aralığına kadar Gülen Cemaatiyle (G) Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) -bir görünmeyen koalisyon ve işbirliği içinde- birlikte iktidarda değiller miydi(?), diye sordum kendi kendime. İktidarın parti / seçmen / yönetim kanadı AKP’den, bürokrat - teknokrat kadroları ise Cemaat’ten olmak üzere ortada bir AKP-G iktidarı yok muydu(?). Vardı.
Hem Erdoğan 17-25 Aralık sonrası koalisyonun G kanadına; “siz ne istediniz de, biz vermedik” diye sormamış mıydı? Sormuştu. Demek AKP-C iktidarının tarafları arasında istenenle / verilen farkına dayalı bir uyuşmazlık olmuş. Ya G; AKP’nin verdiğinden çok daha fazlasını istemiş ya da AKP; benim de (bürokrat/teknokrat) kadrolarım artık var, dolayısıyla sana (G’ye) ihtiyacım kalmadı, demiş. Böylece siyasal İslam’ın partisiyle (AKP), cemaati (G) arasındaki ilişki, işbirliği, birlikte kotarıp / birlikte (sosyal / ekonomik ve politik) nemalanma (iktidar olma) süreci sona ermiş. Ya da bir taraf öyle düşünmüş, diğer taraf ise başka.
Belki de, Erdoğan’lı AKP’nin ve Gülen’li Cemaatin siyasal İslam politikaları AKP ile Cemaatin ancak buraya kadar birlikte yürümelerine izin veriyor. Ve 2013’ün sonunda dağılan AKP-G koalisyonu, 2015 Haziran’ına gelindiğinde AKP’yi tek başına iktidar olamama durumuyla karşı karşıya bırakmış. (Belki içselleştirilmiş gizil koalisyon sürseydi de öyle olacaktı, bilemiyoruz!)
O zaman da Erdoğan’ın kıvrak ve hızlı zekası AKP’nin ümmetçi siyasal İslam çizgisini milliyetçi siyasal İslam hattına çekerek ve de kendine yeni gizil bir iktidar koalisyonu ortağı yaratarak Kasım 2015 seçimleriyle AKP’nin tekrar tek başına iktidar olmasını sağlamış. Diyeceksiniz ki, dört yılda yitirilen oyların -145 günde- hızlı bir süreçle geri alınması ve o partinin tekrar tek başına iktidarının sağlanması nasıl mümkün oldu? Ya da; AKP’nin bu geri dönüşünde eşitsiz koşullarda yapılan seçimler dışında başka hangi unsurların etkisinden söz edilebilir?
Önce yitirilip, 145 gün sonra geri alınan tek başına iktidar olma imkanı, acaba şöyle bir süreçle mümkün kılınmış olabilir mi? Olabilir de, bazılarına göre olamayabilir de. Ama asıl olan, önce bu sürecin ne olduğuna bakmak. Sonra da, neyin olabilir ya da olamaz olduğuna ve konunun tartışmasına geçilebilir.
Haziran 2015 seçimlerinde AKP, bir önceki seçime göre, hem oylarının beş’te birini kaybetti hem de milletvekili sayısı 276’nın altına düştü. Böylece muhalefet partileri aralarında anlaşarak hem meclis başkanını seçebilecek, hem de hükümeti kuracak çoğunluğa erişmiş konuma geldiler. Ya da AKP koalisyon yoluyla meclis başkanını seçebilen ve yine koalisyonla hükümet kurabilen bir parti durumuna gerilemiş oldu. Fakat gerçekleşme açısından sonuca bakınca; ne ilk ne de ikinci durum işlerlik kazanabildi. Erdoğan Haziran seçiminin 145 gün sonrasında tekrar seçim yoluyla, hem yitirdiği yüzde yirmilik seçmenini geri aldı hem de AKP’yi yeniden tek başına hükümet kurabilecek milletvekili sayısına sahip parti konumuna taşıdı. Erdoğan ve AKP adına bu, büyük ve önemli bir kazanımdı.
Bu süreçte her durumda Erdoğan, Devlet Bahçeli’ye medyunu şükrandır. Ya da olmak durumundadır. Çünkü AKP ancak Devlet Bahçeli’nin uyguladığı manevrayla meclis başkanını bu kadar kolay seçebilecek hale gelir ve o meclis başkanıyla Erdoğan da parlamentoyu seçime böylesine sancısız götürmeyi başarabilirlerdi. Sonuçta öyle de oldu. Çünkü Bahçeli 7 Haziran seçimlerinin hemen ardından HDP’ye savaş açarak, “bu partiyle hiç bir yerde ve ortamda birlikte olmam, aynı yönde oy kullanmam” deyip meclis başkanlığını AKP’nin kolayca kazanmasını sağladı. Ama gelin görün ki Devlet Bahçeli, 17 Temmuz’da mecliste grubu olan partiler hep birlikte darbe girişimine tepki gösterip “demokrasiden yana, darbelere karşı” oluşlarını ilan ettiklerinde MHP, AKP ile beraber, altında HDP’nin de imzası bulunan metni imzaladı.
Kasım 2015 eşitsiz milletvekili seçimlerinde Erdoğan’ın; çatışmacı-milliyetçi politikası, istikrar bozulur kaos gelir tehdidi, PKK’nın; şiddet ve teröre yönelişi ve bu sayede ivme kazanan güvenlik politikaları sayesinde AKP oy kaybını; Haziran’da MHP ve sağ partilere oy vermiş seçmenlerle, önceki seçimde oy kullanmamışların geri dönen oylarıyla kapatmış oldu. Artık AKP yeniden tek başına iktidar ve Erdoğan da, fiilen başkandı.
Gelinen noktada AKP ve Erdoğan’ın tek sorunu kalmış oluyor. Başbakanın deyişiyle, fiili başkanlık durumunu yasal çerçevesine oturtmak. Elbette bu çerçevenin içinde AKP’nin eski gayri resmi koalisyon ortağıyla arasındaki hesaplaşmayı bitirip; devletin içine işleyen paralel iktidar fonksiyonlarını tamamen silmek de var. Bu temizlik ve yeniden yapılandırma operasyonları için yeni bir anayasa, ya da köklü bir anayasa değişikliği gerekiyor. Bu da ya 367’nin üzerinde bir oyla doğrudan mecliste ya da referandumla toplum onayı alınarak gerçekleştirilebilir. Bu sorun aşıldığında Erdoğan ve AKP açısından iki önemli konuda çözüme ulaşılmış olacak.
İlki fiili durumun yasallaştırılması, ikincisi ise çoğunluk oyuyla her sorunun üstesinden gelme fırsatının yakalanıyor oluşu.
İşte tam da bu noktada Erdoğan ve AKP, bürokratik ve teknokratik destek aldığı eski siyasal İslamcı koalisyon ortağının askeri darbe kalkışmasıyla karşı karşıya kaldı. Kalkışmayı, Erdoğan eniştesinden, Yıldırım ise komşularından duyduklarını söylediler. Yapılan açıklamalara göre kalkışma tam darbeye dönüşüp iktidarı ele geçirme noktasına doğru giderken, Erdoğan’ın kitleleri sokağa çağırması ve halkın tankların önüne çıkmasıyla darbe girişimi kalkışma aşamasından öteye geçemedi. Ama sonuçta öyle bir durumla karşı karşıya kalındı ki bu görünüm; ne ordunun ordu / ne istihbarat örgütünün örgüt / ne de siyasetin siyaset özelliğinin kaldığı, açık ve çıplak biçimde ortaya çıkıverdi.
Eğer yukarıda anlatılanlar ve yapılan saptamalar doğruysa, acaba şimdi ne olacak ya da bizi neler bekliyor olabilir? Çok şey olabilir, ama tümünü bilmek (doğru deyimiyle tahmin etmek) olası değil. O halde öngörülebilecek kimi yönsemelerden söz edilebilir:
- Darbe girişimini önlemek için sokağa çıkan halk;
- Demokrasi özlemiyle direnmeye katılmış, aynı özlemle eylemini devam ettiren bir kitleyse, Türkiye demokrasi yolunda önemli bir eşiği aşabilir,
- Demokrasi özlemiyle sokağa çıktıysa bile, bugün sokakta kalan kesim sadece Erdoğan’cılar ise, -tüm iyi niyetlere karşın bu durum(!)- Türkiye için yeni tehlikelerin de işareti olabilir,
- Darbeye karşı ortak tavır koyan partiler;
- Mecliste ve ortak eylem çerçevesinde mücadele eder, sorunları aşmak için uzlaşmaya dayalı yaklaşımları benimserlerse, bu, Türkiye için yeni bir anayasal çerçeve üretilmesi anlamına da gelebilir,
- Bölünmüş ve kutuplaşmış bir yapıda darbe sorunuyla mücadele yolunu seçerlerse, siyasal mekanizma -kabul edilsin, edilmesin- sorun çözme değil sorun üretme merkezi olmaya devam edecektir.
- Darbeye karşı ortak tavır sergileyen liderler;
- “Ben” odaklı olmak yerine, eşitlik-özgürlük ve demokrasi odaklı olabilir ve uzlaşma kültürüne sahip çıkabilirlerse, 36 yıllık kin/nefret, sevgisizlik ve darbe kalıntılarının toplumdan silinip atılması yönünde köklü bir eylem başlamış olur,
- Çatışmacı ve tek doğrunun kendi politikaları olduğu çizgisine avdetleri yeniden söz konusu olursa, Türkiye Sivas üzerinden güneydoğu tarikiyle ortadoğuya giden demokrasi tramvayına dönebilir.
Yaşananlar, yaşanacaklara hem olumlu hem de olumsuz yönleriyle örnekler oluşturur. İşte insan aklı da, insanlığın ortak çıkarları açısından bunları öğrenip uygulamaya soktukça yarınlar iyileşir, güzelleşir, doğrulaşır. Sevgi, çok şeyin başı olabilecekken, sevgisizlik çok şeyin yıkımı / sonu olabilir.
Sade bir vatandaş olarak diliyor ve istiyorum ki; artık filler oynaşırken çimenler ezilmesin ve ülkenin tüm insanları eşitlik, özgürlük ve demokrasiden payını alabilsin. (ST/EKN)