1990 senesinden itibaren bir yanda Araplar ve Filistin halkı, öte yanda ise İsrail, 60 yıllık bir çatışmaya son vermeyi ve bölgeye barış ve istikrar getirmeyi amaçladığı iddia edilen bir "barış sürecine" girmeye karar verdiler.
Bu kararın üzerinden neredeyse 21 yıl geçti, ancak eldeki sonuç tam bir fiyaskodan ibaret. Şiddet tüm bölgeye yayıldı; siyasi polemikler, sürüklenmeler ve Sisifosvari bir sınava benzeyen acılar Ortadoğu üzerine kara bir bulut gibi çöktü. Birinci Körfez Savaşı, İkinci Körfez Savaşı, İkinci İntifada olarak tabir edilen İkinci Filistin ayaklanması, Lübnan ve Filistin içindeki çatışmalar ve suikastlar, İsrail'in Lübnan ve Gazze Şeridi'ne karşı giriştiği savaşlar, Irak'ta akan kan ve mezalimler, Suudi Arabistan'daki bombalamalar, Yemen, Fas ve Cezayir'de örgütlenen El-Kaide ve de tüm Ortadoğu'da yayılan istikrarsızlık sadece daha fazla kan dökülmesine yol açtı.
1993 yılında Oslo Barış Anlaşması'nı imzalamaya muktedir olan iki lider (Yaser Arafat ve Yitzak Rabin) öldürüldü: İlki aşırılıkçı bir İsrailli tarafından, diğeriyse şaibeli koşullar altında. Ne de büyük bir başarı: İsrail-Arap çatışmasını sona erdirip bölgeye barış ve istikrar getirmesi için ortaya konulan uğursuz bir süreç tüm tarafları barış ve istikrar haricinde her şeye sevk etti.
1993'te Oslo Anlaşması'nı imzalamalarını müteakiben Filistin ve İsrail bu karmaşık ortamda bir takım anlaşmalara vardılar, bazı noktalarda uzlaşıp müzakere ve görüşmeleri desteklemek adına sayısız miktarda barış konferansına katıldılar. Ne zaman görüşmeler tıkansa, Quartet (ABD, AB, Rusya ve BM'den oluşan dörtlü grup) iki tarafa da konuşmaya devam etmeleri için çağrıda bulundu ve barış sürecini daha da uzatabilecek herhangi bir "önkoşulu" ortadan kaldırmak için çabaladılar. Ancak ortada gerçekten bir süreç var mı?
19 yıl süren görüşme ve müzakerelerden sonra fiiliyattaki durum nedir?
Filistinliler "Filistin Ulusal Yönetimi" adı altında, kuşatma altındaki minik Gazze Şeridi ve Batı Şeria üzerinde dağılmış, bir tarafta bir duvar tarafından diğer tarafta ise yerleşimler ve İsrail kontrol noktalarıyla çevrelenmiş, bir takım şehirlerden müteşekkil yarı-özerk bir devlete kavuşabildiler.
İsrail'in izin belgesi verdiği şanslı bir takım kişiler hariç kimse Gazze Şeridi'nden Batı Şeria'ya, ya da Batı Şeria'dan Gazze Şeridi'ne geçemiyor. Sıkı bir kuşatma altındaki Gazze Şeridi'ne İsrail onay vermediği takdirde gıda, insani ihtiyaç malzemeleri, yakıt, gaz ve inşaat materyalleri dahil hiçbir şey giremiyor ya da oradan çıkamıyor.
Yasaklı malzemeler saymakla bitmeyecek kadar çok ve İsrail'in hazırdaki tek açıklaması burada Hamas'ın olması! Batı Şeria'da ise, Filistinliler farklı ancak yine de sert koşullar altında yaşıyorlar. Batı Şeria A, B ve C bölgelerine bölünmüş vaziyette ve Filistin Yönetimi'nin iktidarı sadece A bölgesiyle sınırlı. Polis kuvvetleri İsrail'in izni olmadan diğer bölgelere giremiyor - ki bu da yasadışı örgütlere Filistin Yönetimi'nin nüfuzundan kaçıp sığınacak yer bulmaları için olanak tanıyor.
Filistin Yönetimi B ve C bölgelerine hiçbir sosyal ya da belediyecilik hizmeti sağlayamıyor. İnsanlar günlük olarak İsrail'in koyduğu kontrol noktalarından geçmek zorunda kalıyor, aşağılayıcı muamelelere maruz kalıyor, ulaşmak istedikleri yerlere gitmek için saatlerce ve saatlerce beklemek zorunda kalıyorlar. Filistin Yönetimi'nin A bölgesi üstünde aşağı yukarı sahip olduğu kontrole rağmen, İsrail İşgal Kuvvetleri diledikleri zaman buralara saldırıp devriye gezebiliyorlar ve hatta Filistinli aktivistleri tutuklayabiliyorlar. Yine de Filistin güvenlik kuvvetleri büyük çabalar sonucu bu kadar zorlayıcı koşullar altında buralarda kanun ve düzeni sağlamayı başardılar.
Bir yandan da, Filistin ve İsrail arasında imzalanan anlaşmalar uyarınca, Filistin Yönetimi Batı Şeria'daki Filistinli askeri grupların altyapısını ortadan kaldırdı ve bu sayede bu gruplar tarafından İsrail'e karşı yapılan saldırılar, tamamen ortadan kalkmasa da, büyük ölçüde azaldı.
Böylece İsrail oluşan barış ve istikrar ortamından faydalanarak ekonomisini canlandırdı, daha fazla yatırım çekti ve ülkeye gelen turist sayısını yıldan yıla arttırdı. Tabii ki, bütün bunların yanında İsrail şirket ve fabrikalarının en büyük pazarlarından biri olan Filistin'e sattığı mal ve ürünlerden elde ettiği kazançları saymıyoruz bile. Bir yandan da 1967'den sonra işgal edilen bölgelerdeki (Batı Şeria ve Doğu Kudüs) İsrail yerleşimlerinin inşası ve genişlemesi ve dolayısıyla Filistin topraklarının gasp edilmesi hız kazandı, İsrail kuvvetleri tarafından yıkılan Filistin evlerinin sayısı korkunç bir artış gösterdi ve de Kudüslü Filistin vatandaşlarından kimlik kartlarının esirgenmesi de inanılmaz bir düzeye ulaştı.
İsrail, denizleri, hava sahalarını ve topraklarını, doğal kaynakları ve sınırları kontrol etmeye devam etti. Özellikle de sınırların kontrolünün İsrail'de olması, hem Filistin Yönetimi için vergi ve gümrük toplanması işi konusunda hem de kendi ulusal ürünlerine rakip olabilecek bütün malların girişine engel olmak bakımından tüm gücü ona veriyor.
Madem her şeye sahipsin, o zaman niye bir Filistin Devleti'ne izin veresin? Konuşmaya devam!
İsrail Başbakan Yardımcısı ve Dışişleri Bakanı Avigdor Lieberman 22 Şubat 2011 tarihinde yolladığı "Filistin Yönetimi'nin Filistin Devleti'ne Karşı Saldırısı" başlığını taşıyan korku dolu bir mektupta, Avrupalı muadillerini, Filistinlilerin bir Filistin Devleti'nin tanınması için Birleşmiş Milletler'e gitmesinin yanlışlığına ikna etmeye çalıştı. Lieberman'a göre bunun yerine müzakere masasına geri dönülmeliydi.
Bu mektupta, "barış" kelimesine, üstü açık ya da kapalı olarak, tek bir gönderme ya da buna yönelik herhangi bir emare yoktu. Buna karşın, "müzakereler" kelimesi 13 defa, "görüşmeler" kelimesi bir defa ve "tartışmalar" ifadesi ise iki defa kullanılmaktaydı. Mektup net ve ısrarcı bir şekilde "müzakereleri yenileme ihtiyacından" bahsediyordu, fakat amacı bir anlaşmaya varmak ya da barışa ulaşmak değil. Aslında bu mektup tam da İsrail hükümetinin gerçek niyetini yansıtıyordu: "Barış süreci" değil Filistin topraklarını ele geçirmek için bir "yarış süreci: "Sadece müzakereler ve görüşmeler yapmak. Bir yandan Filistinlilerle görüşme ve müzakereler yoluyla ustaca zaman kazanırken ya da Filistinlileri müzakereden kaçmakla suçlarken, öbür yandan fiili durumu değiştirip, genel anlamda Filistin kimliğinin daha büyük bir kısmını, ve de özellikle kutsal Kudüs şehrini ortadan kaldırıyorlar.
Görünüşe göre, bu foya artık daha fazla müzakere etmeyi reddeden Filistin yöneticiler üzerindeki etkisini kaybetmiş vaziyette. Kaybolan topraklar, eriyip giden şehirler ve yokolan bir kimlik üzerine İsrail yeni yerleşimler yapmayı durdurmadığı ve müzakere sürecini bir zaman takvime bağlamadığı takdirde, bu barış süreci de arafta kalmaya devam edecek. (FE)