Kerem Dikmen'in Fethiye Çetin'e "Anneannem" kitabını okuduktan sonra yazdığı mektubu yayınlıyoruz...
Merhaba Fethiye Hanım,
Öncelikle umarım iyisinizdir ve keyfiniz yerindedir.
Telefonda da bahsettim, bir vesile ile Ankara'ya toplantıya gitmiştim.
Artık kapsız bir kitabım var, onu hiç kaplamayacağım. Olursa ileride de çocuklarıma okutup hep kaplamamalarını isteyeceğim onlardan. Ve tarih de atmayacağım, dün olmuş gibi okusunlar diye.
Arkadaşlarım ilginç adetlerim olduğundan yakınıyorlar. Bunlardan biri okuduğum romanların, yazarların bütün romanları olması. Yani Orhan Pamuk'tan başladıysam onunla bitiriyorum. Bu ara da Salman Rushdie okuyorum. Ve o ilginç addedilen bir diğer huyum da kitaplarımın hepsini kaplamam.
Mevzu tabii ki ben değilim. Ankara'ya indiğimde elimdeki kitabı bitirmiştim. Toplantım bitip havaalanına dönmeden önce Ankara'da toplantı yaptığımız ofisin kütüphanesini kontrol ettiğimde iki kitabı; araya farklı bir kitap almış olmaktan ötürü istemeye istemeye çantama koydum. Biri Mithat Sancar'ın toplumsal bellek üzerine İletişim Yayınları'ndan çıkan kitabı, diğeri ise "Anneannem" adlı sizin anlatı kitabınızdı. Bilin ki artık sizin anneanneniz yalnızca sizin değil, benim de anneannem.
Kapsız, tarihsiz kitabı uçağa bindiğimde başladım okumaya. Şükür ki uçak bir 25 dakika kadar rötar yaptı, İstanbul'a indiğimde ise kitap bitmişti.
Sözcükleri buraya nasıl dizeceğimi bilmiyorum, içimden geçenleri her zaman ifade etmiyor cümleler. Uçak Sabiha Gökçen'e indiğinde koltuğa gömüldüğümü, gözlerimde tomurcuk oluşsa da ağlamamayı - bunun nesi başarı ise - başardığımı söyleyebilirim yalnızca.
En kötüsü de havaalanından çıkmak için geçtiğim koridorda gördüğüm Sabiha Gökçen fotoğrafları, Ahparik Hrant'ın ölümüne giden yolun başına zihnimde tekrar ışık tuttuğu için bir kez daha kahroldum.
Ne tarifsiz bir acıdır bu? İçinde bulunduğumuz bu canlı tarihte; o gözyaşlarının, o "kılıç artıkları"nın, katledilmelerin, kaybetmelerin, anne karnında şişlenen bebeklerin başlarına gelenlerin nasıl tanımlanacağını konuşuyor insanlık.
Yanlış anlamayın, Türkiye'deki egemen pencereden bakmam vicdani ve politik olarak mümkün değil, ancak tecavüze tecavüz denmemesi onun dağladığı vicdandaki yarayı ne kadar azaltabilir? Kiminin şehit, kiminin ölü olarak ele geçirildiği bu topraklarda bu vahamete dair yapılan tanım ve adlandırma ölenlerin annelerinin kalbinde açılan yaranın yarattığı sızıyı ne kadar değiştirebilir.
Bu nasıl bir vicdan azabıdır bizimki?
Bazen mahkeme salonunda duruşma beklerken, duruşma salonundan çıkan tutukluyu gözlüyorum. Özellikle ölümle sonuçlanmış ağır ceza dosyalarını. Katil olduğu iddia edilen kişi, jandarmalar arasında yavaşça ring aracına giderken, maktulün ailesinin bakışlarından kaçırıyor gözlerini. Şunu düşünüyorum, ölüm çok kötü, doğal bir sonuç ama insana dair. Öldürmek ise ne insana dair ne de doğal bir durum. Belki yakınını kaybeden maktulün yakını, bir gün zaten onu kaybedeceğini bilerek azalan bir yası tutuyordur.
Ama Fethiye Hanım düşünsenize bir, o katil denen kişi eğer vicdan sahibi ise her gün ölüyordur, her gün. Ölenin yakınlarının her bakışı, ağır bir kurşun gibi saplanıp her gün öldürüyordur onu. Her sabah o öldürme sahnesinde tekrar tekrar ölüyordur. Bir ölü gibi yaşıyordur.
Ben de bazen bunları hissediyorum. Eskiden ailem Karadenizli olduğu için "Büyük Felaket" ile bağlantımız olmaması bir nebze olsun rahatlatırdı içimi. Ancak bilinç açığa çıktıkça her şeyin o kadar rahat olmadığını anlıyorsunuz.
Sık sık yurtdışına çıkıyorum. Son iki sene içerisinde aralarında Almanya, Ermenistan, İran, Gürcistan ve Amerika'nın da olduğu birçok ülkeyi gezme imkanım oldu. Çok gezen çok bilmez belki, çok da acı çeker. İnsanı cevaplar değil sorular ürkütüyor.
Tiflis'ten Erivan'a geçerken dolmuştaki 20 yolcudan Süren'i hatırlıyorum. Tiflisli bir Ermeni. Oracıkta tanışmamıza rağmen, Erivan'a indiğimizde Erivan'daki dostuma ulaşana kadar başıma bir şey gelir kaygısı ile yanımda bekleyip beni bırakmamıştı. Süren neden bekledi benim başımı?
Sonra Erivan'daki dostumun evinde salonda otururken ondan su istediğimde neden 22 yaşındaki sevgilisi gidip mutfaktan su getirdi. Hadi dostum olan kişi aslen Adıyamanlıydı ve ailesi asimile edilmiş bir Ermeni idi ve hala Türkiye'de yaşamaktaydılar. Peki sevgilisi? Doğma büyüme Erivanlı bu kız nasıl anladı benim neyi istediğimi de gidip mutfaktan su getirdi?
Halep'e gittiğimde neden Agop Amca telefon numarasını verip de başım sıkışırsa ilk onu aramamı istedi. Antepli Agop Amcanın Halep'te ne işi var Fethiye Hanım?
Farkında olmadan girdiğim Taşnak mensuplarının lokalinde kahve içtiğimde, 17 yaşındaki Sarkis'in para almamak için kırk dereden kırk su getirmesine ne demeli peki? Çat pat Türkçesiyle...
Peki, Münih'te bir restoranda tanıştığım Sonya'nın anneannesi Erzurumlu ise onun orada ne işi var? Annesi neden Erivan'da yaşıyormuş? San Francisco'da Ermeni bir işletmecinin işlettiği restoranda yemek yerken garson bana domuz eti içeren yemeği getirirken neden patronu ta dibime kadar gelip de içinde domuz eti olduğu konusunda beni uyardı? Önemli olmadığını söylediğimde de afiyet olsun deyip yanımdan ayrıldı, neden?
Tanrım, bu nasıl bir vicdan azabıdır bizimkisi? Neden bu karşılaşmalarımda bir mahcubiyet duygusu taşıyorum içimde, başım önüme eğiliyor. Ekim sonunda Beyrut'ta Burc Amud adlı Ermeni mahallesinde sokak arasında dolaşırken evlerden gelen Türkçe televizyon seslerini neden diğer mahallelerde duyamadım?
Dostum Ara'nın evine misafir olduğumda annesi neden beni Türkçe selamladı? Peki, Türkiye'yle hiçbir bağlantısı olmayan Ara'nın bizim aramızdaki konuşmalarını anlamasının nedenini nasıl açıklayacağım kendime? Bu insanların orada ne işi var Fethiye Hanım?
Bazen, keşke diyorum kendi kendime, dağ başında koyun güden bir çoban olsaydım. Daha mutlu olurdum. Bu kadar soru sormazdım hayata dair. Soruları çoğalttıkça, bilgiyi arttırdıkça insanın hayatı daha mutsuz oluyor. Acaba bilgi midir mutsuzluğumuzun kaynağı?
Size bir kez daha teşekkür ediyorum. Anneannemizin hayatını, büyük teyzelerimizin hayatını başkalarıyla, görmeyenlerle ya da göremeyenlerle veyahut da görmek istemeyenlerle paylaştığınız için.
Kendime da kızıyorum, daha geçen ay New Jersey'deydim. O mezarlığa benim de gitmem gerekirdi biliyorum, benim de gülleri oraya bırakıp tanrıya inanmasam da birkaç dua etmem gerekirdi. Utangaçça özür dilemem ama geleceğin ve şimdinin bizlere daha umut verdiğini onların kulağına fısıldamam gerekirdi, yapamadım. Bana kızmayınız sakın. Ben bunları yapmasam da şu yazdıklarımı yalnızca sizin okumadığınızı biliyorum, bu bir nebze olsun mutsuzluğumu azaltıyor.
Artık kapsız bir kitabım var, onu hiç kaplamayacağım. Olursa ileride de çocuklarıma okutup hep kaplamamalarını isteyeceğim onlardan. Ve tarih de atmayacağım, dün olmuş gibi okusunlar diye.
Aynı ortamlarda bulunmasak da sizinle hiç tanışmadık. Belki tanışırız.
Ama ben şimdi, şu anda ellerinizi avcuma aldım, tıpkı sizin anneannemize yaptığınız gibi, onları kokluyorum. Size bir kez daha teşekkür ediyorum. Sevgi ile. (Ekim 2010) (KD/SP)