Ferit Edgü öldü. Ferit Edgü yaşıyor. Giden bir Kedinin Ardından‘da topladığı öykülerde Edgü Urfalı Mateos’un yazgısına değiniyor: Toprağı bol olsun, vakit erişir bizim Urfalı Mateos son nefesini verir, Papaz Grigor Mateos’un yapıtına, ustasının adını dahi zikretmeden bir zeyl düşer. Sonra iki Hristiyan tarihçi daha bu işi devralırlar. Tarihte vakayinamesi dışında herhangi bir izi tozu bulunmayan bu adam bir kez sırra ermiştir lakin Papaz Grigor’un Zeyli onu hayata döndürür. Bu, birinci dirilmesidir. Hristiyan tarihçiler yapıtı üzerine eğilirler. Etti ikinci ölümü. Kitap bir şekilde günümüze ulaşır, kitapçılarda değilse bile sahaflarda aranırsa bulunur. Urfalı Mateos’a Pir Sultanca değinecek, onun sözcükleriyle konuşturacak olursak bu tarihçiyi, "Ben ölünce il durulur (...) Üçüncü ölmem bu hain." demiş olur adamcağız bizlere. Hain kim? Bu bahiste Papaz Grigor olabilir. Olabilir. Edgü’yü öbür dünyada şiir kitabının ismiyle bile insanı gıdıklayan Komet karşılamış olmasın? Buna da Olabilir Olabilir diyebiliriz. Nihayetinde yazarımızın hayatında Komet Momet işlerine fazlasıyla yer vardı.
Hem ne diyordu Edgü? “Öldü ama yaşıyor. Bu kitabın kahramanı.” Nerede? Orhan Duru Ölmeden Önce, Öldükten Sonra’da.
Dağıttık, toplayalım. Edgü’nün de değindiği gibi, “Urfalı Mateos’un öyküsünü bilen çok az kişi vardır”. Ve o Moteos’a değinmeyi, yakınlıklarını vurgulamayı sürdürür.
"Önümüzde henüz otuz yıllık yazılacak olaylar da vardır. Bu, benim gibi aciz ve cahil birinin değil, güçlü bilginlerin başarabilecekleri bir işti. Ama Tanrı, her zaman güçsüz ve kusurlu insanlardan yararlı işler istemiştir."
“İşte, beni Urfalı Mateos'a bağlayan cümle.” (Giden Bir Kedinin Ardından, S. 105-106, Sel Yayınları)
Güçsüz ve kusurlu bu cümle bizi de fazlasıyla Edgü’ye, onun yazıp çizdiklerine bağlıyor.
Bütün yaşlı insanlar günün sonunda evi barkı varsa köyüne, toprağına dönerler. Edgü’de durum bu genel gidişata pek uygun değil, o özellikle denize doğmuş gibidir. 88 yıllık ömrünün ikinci yarısına bilhassa Bir Gemide’de başlar, adı üstünde Çığlık’ta doğanın haykırışlarını yansıtır. 1980’lerden beri ara ara Marmara Denizi'nin can çekiştiğini duyarız. Dünya ama özellikle yakın coğrafyamız adıyla müsemma ölü denizlerden geçilmediği halde Marmara’nın can çekiştiğine, bir gün öleceğine bir türlü inanmayız. Deniz nasıl ölecekmiş ki? Hoş halkımız ve onların iktidara taşıdığı sağ partilerin canına minnet, madem ölecek Marmara denen bu illet, bir an önce geberse de arsa kapatsak diye düşünenlerin sayısı da hiç az değildir. Öykülerini topladığı kitaba ismini veren “Leş” öyküsünü biliriz hani. Elinde çöpleri olan bir adam, denizde bir köpek leşiyle oyalanır durur, karısı seslenir, hastalanacaksın oyalanma, çöpleri at gel, bir köpek leşinden bahseder adam, onu denize itmek gerektiğinden, kadın yine çıkışır, oyalanma at çöpleri denize gel buraya. Oh ne âlâ memleket.
Son yapıtlarından biri olan Yolun Gittiği Yer’de artık bir öykücüden öte görüp duyduklarını not alan zamane vakanüvisi gibidir. Derlemenin girişine Çehov’dan bir not düşer: “Konuya gerek yok, hayat konu monu bilmez." Bir kaç cümle atlıyoruz, elbette saygısızlık yapıp sözünü tümden kesecek değiliz rahmetli Anton Çehov’un, müteveffa kaldığı yerden devam edecek: “Sıradanlık, sizlerin gözünü bağlamış, onun kulu kölesi olmuşsunuz. (Bugün) Bizlere yeni biçimler gerek, evet, yeni biçimler." Bahse konu yapıtta Calvino’ya adadığı bir parça vardır. “Dinazor”, orada: “Nicedir hayvan öyküleri yazdığım yoktu,” der. “Kedim öldüğünden beri hayvanlardan uzaklaşmıştım.” (s.13) “Yangın” başlıklı bir diğer parçada önce günümüz orman yangınlarını betimler. Betimleme dediysem, Edgü’nün metinlerinde “Mirza” ve “At” öykülerini bir kenara koyarsak eğer, ayrıntıya aman aman yer bulunamadığını söyleyebiliriz sanırım. Onun kaleminde cümleler bile değil, çoğu durumda sözcükler durumu izah edebiliyorlar. “Yangın” öyküsünün devamında şöyle der:
“Yanımdaki dostum, bilmem biliyor musun, diyor,
Böyle yangınlardan sonra, eğer yağmurlar bol
ve düzenli yağarsa bambaşka bir orman oluşur.
Yeni ağaçlar, yepyeni, yemyeşil bitkiler…
Ne kadar ister bu değişim, diyorum.
Havaya bağlı, diyor. Ben diyeyim yirmi, sen de otuz yıl.
Görür müyüz dersin, diyorum.
Bizler görmesek de, çocuklarımız görür, diyor.
Onlara ormanı nasıl koruyacağımızı öğretmemiz gerek, diyorum.
Kendimizi de, diyor dostum.
Üstüne basa basa yineliyor: Kendimizi de.” (Yolun Gittiği Yer, s.32, Everest Yayınları. 2021)
Edgü’de hayvan bir motif olarak hep vardır. Hakkari’de Bir Mevsim’de, hem romanda hem filmde bir köpek vardır. Romanda köpek kapıyı zorlar. Öğretmen kapıyı açar, köpekle karşılaşır, içeri almak istemez, lakin çocukların isteğini kıramaz, köpek sınıftadır. Hayvan tek tek çocukların ayaklarını koklar, sonra gider sobanın yanında uyuklar. Filmde durum biraz daha farklıdır. Yine kapıyı zorlar, (Allah rahmet eylesin) Genco Erkal tarafından içeri alınır, çocukların gülücükleri arasında bir köşede oturur uyuklar. Yine Edgü- Erden Kıral ortaklığının bir ürünü olan Av Zamanı filminde de köpek kapıyı zorlar. Aytaç Arman hayvanı içeri alır, sever, köpeğin mutlu olduğu sahneler de vardır, görürüz. Ama sokağı gösterir hayvana. Çık dışarı. En modernist yazarlarımızdan birinde bile hayvan evde değil, sokakta yaşar. Yadırgadığım sanılmasın, bence de üşümüyor da seviliyorsa, aç susuz değilse, bitlenmemiş, kudurmamışsa, bakılmışsa hayvan pekala sokakta yaşayabilir. Yaşamalıdır. Yine Av Zamanı’nda Cunda Adası'nda İstanbullu bir balıkçı ile karşılaşırız. Hayrola, İstanbullu balıkçının Cunda Adası'nda ne işi vardır? "Marmara’da balık bitti de ondan geldim" der adam. Film 1988 yapımı. Bir önlem alınmazsa Marmara’nın öleceği ilk bu yıllarda söylenmiştir. Cunda Adası, Ayvalık henüz bugünkü kadar dolu değildir filmde, görüntüler güzeldir, deniz çarşaf gibi açılır, adanın tepesindeki büyük Rum Kilisesi bugünkü kadar virane değildir. Etrafı bu denli tek tip yapılaşmaya açılmamıştır, küçük Rum Şapeli, Koç Ailesinin alicenaplığında onarılıp turizme kazandırılmamıştır vesaire. Şu Koçlar da olmasa Türkiye’de iyi insan yok.
Edgü’ye bir de buradan, geçen yüzyılın başında tasfiye edilen medeniyetlerin merceğinden bakmakta yarar var. Hakkari’de, giderek tüm doğuda Asurilerin yıkıntıları arasında gezinir. Cunda’da Rumların…
Onun ilk hayvan hikâyeleri kitabı Çığlık’tır denebilir. Edgü’yü okuyup anlamaya çalışanlar kadar yaftalayıp bir kenara itenler de çoktur. Kimi Kürtler oryantalist hatta kolonyalist bulurlar onun edebiyatını. Bunların önemli bir kesimi sonradan adı Hakkari’de Bir Mevsim’e çıkacak olan O romanını okumamışlardır bile. Erden Kıral’ın bence de her anlamda değilse de çoğu yönden zayıf filminden yola çıkarlar. Kimileri de zorlama bir okumayla Edgü’yü, ‘kolonyalist söylemin Kürdistan’daki bayraktarı’ durumunda görürler. Solda da ‘burjuva konformistine’ çıkmıştır adı. Haliyle oradan da elenir. Haksız, fazlasıyla kalın okuma biçimleri bunlar. Birincisi Edgü’nün Doğu’ya, haliyle Kürtlere dair yazdıkları O romanı yahut Doğu Öyküleri ile sınırlı kalmadı. İkincisi Kürt entelektüelleri sömürge karşıtı söylemi kendi aralarında da oluşturamadılar, hesaba katılmayan önemli meseleler bunlar. Afrika’yı düşündüğümüzde bir dolu entelektüelle konuşuruz, sömürge karşıtı bilincimizi onlara borçluyuzdur falan.
Yaralı Zaman’ın alt başlığı Bir Doğu Yolculuğundan Notlar’dır. Bu, hayvan ve giderek doğu sevgisinin en somutlaştığı parçalardan biridir. Burada da yine söylenir durur anlatıcımız. Ne işim var burada, birbirini öldüren bu insanların arasında? Ama sahaya indikçe iç konuşmaları yerini insanları anlamaya, dinlemeye bırakır. Göçmenler geliyordur, bir diğer ülke tarafından bombalanmıştır tüm bu insanlar. Hayvanlar. Düşlerinde geyikler belirir. Süzülür giderler. Bütün doğa acı çeker. Hakkari’de Bir Mevsim’de bir tek Kürtçe sözcük vardır; "Na/Hayır". Burada anlatıcı hatır sormayı da öğrenir, görüştüğü birine “çavani” der, "nasılsınız"? Kürt çocuklarının Kürtçe isimlerini sayar. Kıyımı, insan olmanın sancılarını irdeler durur. Geyikler, kuşlar, mazlum insanlar, mazlum hayvanlar, can çekişen hayat gözünden kaçmıyordur artık.
Giden Bir Kedinin Ardından’da hani balığı ile söyleşir Edgü. Balık oltaya gelmiştir. Anlatıcının rakısına meze olacaktır. Kendisini yiyecek olan kişinin vicdanına seslenir. Muradına ermek isteyen balığı suya salacaktır. Denizdir balığın yeri yurdu. Anlatıcının midesi değil. Burada Edgü muhtemelen bilinçli bir tercihle hani balığından dem vuruyor. Denizlerdeki en güzel balıklardan biridir o, ışın yüzgeçli, rengarenk bir balık. Derya kuzusu bunlar, derya kuzusu diye bağırdığını düşünün bir balıkçının, kazara balık suda hoplayıp zıplıyor. Bunu mu yiyeceğim şimdi, dersiniz. Yamyamlığın alemi yok, kalsın, dersiniz. Edgü gibi siz de iştahınıza meydan okursunuz. Bir levrek türü olan bu balığa palamuta davrandığınız gibi davranamazsınız. Veganlar alınmasınlar ama bazı balıklar, serttirler. "Ye beni de göreyim seni" derler insana. İş hayvanla insanın restleşmesine kadar giderse dünyanın hali ortada.
İsmiyle müsemma bir kedi öyküleri kitabıdır bu bahsini ettiğimiz. Kedisi de şikayetçi olur anlatıcımızdan. Kedisini bayat ekmekle besliyordur, hayvan haline itiraz eder, "yapabildiğin buysa ben de insan olur, ortağın olurum senin" der. "Ekmeğim sütüm taze değilse ve zamanında gelmiyorsa rahmetli babanın kılığına girip dünyaya geleyim de gör gününü". Üstelik sıçanlarla da uğraşmayacaktır hayvan. Mis gibi bir hayat sürecektir peder beyin postuna büründüğünde.
Erden Kıral’ın Av Zamanı filmi Ferit Edgü’nün en beğenilen derlemelerinden birinden Bir Gemide kitabındaki “Dönüş” öyküsünden ileri gelir. Edgü öyküyü genişletmiş, ete kemiğe büründürmüştür. 1979’da yayınlanan kitap, o on yılı fazlasıyla içerir. 1971’de darbe, 1979’dan 80’e giderken bir darbe daha. Toplumsal bunalımın izdüşümlerini bu son derece bireysel öykülerden izleyebiliriz. Sekiz öykünün tamamı da oldukça ilgi çekicidir.
Yazarımız bütün hayatı boyunca aynı yazıyı yazdı desek yadırganır. Yüzlerce belki de binlerce sayfayı bulan külliyatı bir tek öyküden ibarettir, denebilir. Şimdi anaların "terlik geliyor" dediğini duyar gibi oluyorum, "bir haberi yüz farklı biçimde yazmış birinden bahsediyorsun, biraz özenli ol" dediklerini de. Entelektüellerin "kahretsin, cahil, ukala" dediğini de. Sakin olalım, bence tek bir yazıyı yazar evet. Yazının şeması da bellidir. Bir adam vardır, üst sınıftır, diyelim sınıf düştü, Bir Gemide’yi, “Kaza” öyküsünü anımsayalım, en fazla memur olur bizim bu adamımız, yahut Yaralı Zaman’da gazetecidir. İşçi, yahut dilenci yoktur zaten satırlarında. Ve bu adam bunalımlar içindedir. Hayalle düşü birbirinden ayırt edemez. Çokça yanılır, yanıltılır. Kafka gibi hatta bütün insan hayatları, bütün biyografiler gibi, çekirdeğine indiğimizde bu tek kişinin, kendini yazan yazar Ferit Edgü’nün belki de, yalanla, düşlerle, kabuslarla, gerçeklerle, gerçeklikle sorunu vardır. Yalan ve gerçekle özellikle oynar. Düş ve gerçekle oynadığı gibi. Bir tek yazı dediğim budur. Hep o adam anlatır. Kadın yoktur, çocuk yoktur yahut yosma yoktur. Şimdi de ben yalan söylüyorum. Bütün bunlar elbette vardır. Ama yazan kişinin sözcükleri, yer yer de suçlamaları arasında vardır. Egon Schiele resimleri gibi, kendini harmana sürer durur Edgü.
İşte bu hep aynı yazıyı farklı biçimlerde yazma çabasının zirvesi de Hakkari’de Bir Mevsim’dir bana kalırsa. Burada oryantalist imgeler yok mudur, vardır elbette, ama yapıt sömürgecilikten mürekkep değildir. Gemisi alabora olur, geçmişi geleceği kaybolur, öğretmen geldiği yolların izini tozunu kaybeder, kendine abartıldığı gibi Nuh demez, ama bir tufan sonrası Hakkari’ye düştüğünü belirtir. Denizlerden dağlara. Edgü’nün ulusu dilidir bu metinde. Benim dilim, onların dili, anlaşamazlar. Geldiği yerin koşulları zordur. Okul, sıra, şu bu bir şey yoktur, her şey el çabukluğuyla öğretmen ve köylüler tarafından kotarılacaktır. Şehre de inilir. Yetkili kurumlarla da görüşülür, onlar öğretmene, kitap kalem verirler ve bir okulun olmazsa olmazı bayrak. Öğretmenin muhtarla, Halit ve Ramazan’la serüvenleri diyelim, son derece edebidir. Muhtar genç bir erkek olduğunu, kadınsız yapamayacağını söyler, isterse ona bir kadın bulunabileceğini, öğretmen reddeder. Filmde bu diyalog biraz daha kanırtılmış, deyim yerindeyse tiksinç bir yere gitmiştir. Romanda öğretmen bir kız çocuğunu da arzular. Saçlarını sirkeyle yıkayacak DDT’yle arındıracaktır. Daha neler neler, Kürtlere dair nefretten mi, yoksa erkek olmaktan mı kaynaklanır bu, burada durup düşünmek gerekir. Özellikle günümüzde, ne taciz, tecavüz öyküleri yaşanıyor, basına yansıyor, okuyoruz. Bu kadar yaygın bir şiddet biçimi, her erkeğin aklından geçiyordur, diye düşünsek erkekliğe hakaretten yargılanmayız umarım. Edgü’nün biz ve onlar okuması, bir tufan sonrası Hakkari’ye düşen öğretmen ve dilini bilmediği yerli ahali, devletin "kart kurt" politikasına bir şerh düşme olarak da okunamaz mı? Onlar yoklar, dilleri yok diyorsunuz, şartları son derece ilkel de olsa, hayatlarını katı töreler altında sürdürseler de varlar ama bizim dilimizi bilmiyorlar, kendi dilleriyle hayatlarını pekala sürdürebiliyorlar. Bu ne lahana bu ne perhiz. Süryani sahafın varlığını burada nereye koyacağız ayrıca? Bilindiği gibi o sıralar Hakkari’de herhangi bir kitapçı yok. Edgü’nün kurmacası bu adam. Zaten dükkanı da pek dükkan sayılmaz. Toz toprak içinde bir mekan ve yüzbir adet kitaptan bahsediyoruz. Süryaniliğin kurumları var. Azınlık statüsünde değil Türkiye’de Süryaniler, okul kuramıyor, Arami dilinde eğitim veremiyorlar ama kiliseleri var. Süryani kadim kilisesi. Asuri Kilisesi. Keldani Kilisesi. Süryani Katolikler vs. Bir şekilde tanınan bir toplum. Öğretmenin görev yaptığı Pirkanis Köyü, Nasturiler diye bilinen Doğu Asuri Kilisesinin uzun zaman Patrikhanesinin de bulunduğu Koçanis Köyü yahut o civar olmalı. Süryani üzerinden medeniyet kaybına da değinmiş olamaz mı? Buralar böyle taş yığını; mimarisi, kültürü, antik şehirleri günden güne yok oluyor, son kitapçı yine bu insanlardan biri, neden bu böyle diye sormuş olamaz mı kendine? Sahafın günün sonunda linç edilip şehirden kovulduğunu da unutmayalım. Edgü’nün edebiyatının sorulardan, düşlerden, hayal kırıklıklarından, gerçekle yalanın birbirinden ayırt edilemez derecede iç içe girmişliğinden oluştuğunu düşündüğümüzde hele, böyle bir okuma da mümkün hale geliyor bana kalırsa.
Kürtler dedim de Edgü’de iyi kötü Türk sözcüğü vardır, yürürlüktedir. “Türk okuru” der verdiği söyleşilerde, metinlerinde “dilim” der, ve “onların dili” nedir bu dil, necedir? Buna Hakkari’de Bir Mevsim’de çok yer vermez. Elin Harold Pinter’ına sorarsanız hiç olmazsa bir tarifi vardır. “Dağ dili”dir bu bahsettiğimiz lisan. Burayı açarız. Çünkü biliriz ki bu pilav çok su kaldırır. Edgü’nün, peşi sıra Genco Erkal öleli beri pilav kazanları buharlı gemileri andırır oldu zaten. Bir gürültü bir gürültü. Hakkari’de Bir Mevsim’de, filmde Genco Erkal ile Şerif Sezer’in, Öğretmen ile Zazi’nin bir karşılaşması vardır. Muhtar Zazi’nin üstüne kuma getirmek istemektedir, Zazi durumu kabullenmek istemez. Oğlunu alır öğretmene gider. Güya oğlanın kulağına bir şeyler söyler ama izleyici Zazi’nin fısıltısını bile duymaz. Arı olsa uğuldar lakin bizim tok sesli Şerif Sezer’imizin mırıltısı bile duyulmuyor. Çocuk, anası bir süre kulağına eğilmişse de leb demeden leblebiyi anlar ve öğretmene tercüme eder. Buyur burdan yak. Yazmak da film çekmek de ciddiyet isteyen işler neticede.
Bütün kusurlarına rağmen filmi bazı açmazlarından ibaret sanmak çok da hakkaniyetli değil. Basit bir kâr zarar hesabı yapılsa bile şu söylenebilir, o günlerin Hakkari’sinden görüntüler kalmıştır elimizde. Büyük oyuncuları izlemişizdir. Kral’a Allah rahmet eylesin ama sinemacılığı çok da ilgi görmemiştir zaten. Yılmaz Güney Yol’un senaryosunu ona verip sonra geri almak zorunda kaldığında “Erden Abi beni hiç anlamamış” demiş, derler. Bu doğru olabilir. Hakkari’de Bir Mevsim dolayısıyla sadece Kıral’a haksızlık yapmak doğru olmaz. Senaryosunu kotaranlar arasında Edgü’nün yanısıra o zamanlar kendisi de bir Kıral(içe) olan Tezer Özlü, Yusuf ile Kenan ve benzeri pek çok iyi filmde emeği olan Onat Kutlar da var. Kolektif bir başarısızlık ve hatta belki de kolektif bir 12 Eylül kaygısı eseri felç etmiş. Filmde ağıtlar yükselir ama “de wayi wayi” ikinci bir Kürtçe sözcük bile yoktur.
(EÖ/RT)