Osmanlının yıkıntıları üzerine kurulan Kemalist Cumhuriyet, bu topraklarda var olan farklı kimlik ve inançları kabul edip onların haklarını koruyan, Avrupa demokratik devrimlerinin kazanımları çerçevesinde demokratik dönüşümün önünü açıp onu ilerleten bir işleve hiçbir zaman sahip olamadı.
Lozan Anlaşmasıyla Ermeni, Rum ve Yahudilere tanınan haklar zor yoluyla adım adım gasp edildi. Ağrı, Şeyhsait ve Dersim hak talepleri kanla bastırılırken, süreç 1950’li yıllara kadar tek parti diktatörlüğü ile yürütüldü. Daha sonra toplumda var olan farklı fikirlerin örgütlenmesine ve iktidarı paylaşacak kadar güçlenmesine izin verildiyse de, verilenler ordu vasıtasıyla geri alındı, zaman zaman da ince ayar yapmaktan geri durulmadı.
Bütün bu müdahaleler esnasında da esas olarak toplumsal muhalefet tırpanladı, demokrasi güçleri ve sosyalistler ezilerek geriletildi. Rejim krizleri 60, 72, 80, 94, 97 askeri darbeleriyle ya da yarı askeri müdahaleler yapılarak aşılmaya çalışıldı. Bütün bu müdahaleler toplumda var olan çelişkilerin üzerlerini bir şal gibi örtse de, en güçlü bir biçimde varlıklarını korumasına ve yaşamaya devam etmesine engel olamadı.
Daha önceki süreçten devralınan “gavur düşmanlığı” kültürü ve milleti hakime anlayışı, toplum nezdinde 1915’te Rum, Ermeni, Süryani ve Ezidilere yapılanları, yapılması gerekli ve zorunlu uygulamalar olarak gördü ve akladı. Bugünde o anlayışın hala aktüel olduğunu ve “vatan mevzu bahisse gerisi teferruattır” anlayışı ile bunu toplumsal bir norm olarak benimsediğini ve bir benzerini yapmaktan geri durmayacağını her fırsatta gösterdi.
6-7 Eylül’de, Maraş’ta, Sivas’ta ve yakın zamanda Halkların Demokratik Partisi'ne (HDP) dönük saldırılarda bu anlayışın izlerini görmek mümkün. “Gavur düşmanlığı” kültürü ve milleti hakime anlayışının faşizmle birleştiği bir noktaya ilerlediğinde ise bunun ne tür gaddarlıklar üretebileceğini, IŞİD’in Ortadoğu’daki uygulamalarına bakarak anlayabiliriz.
Çok sık askeri müdahaleler ve diktatörlükler yaşasa da Türkiye, klasik faşizm olarak tanımlayabileceğimiz bir devlet biçimi altında yönetilmedi.
Kuşkusuz faşizmin uyguladığı kimi gaddarlıklardan nasibini aldı, faşizan yöntemler demokrasi güçleri üzerinde denendi; Ama Hitler Almanya’sı, Musolini İtalya’sı, Franko İspanya’sı olmadı. Bir gecede 100 bin kişinin katledildiği daha sonra bu rakamın 500 bine ulaştığı Suharto Endonezya’sı da olmadı.
Ne var ki, yine bir rejim kriziyle yüz yüze olan Türkiye, bu sefer daha önce ki rejim krizlerinde yaşananlara pek de benzemeyen bir başka siyasal gericilik yolunda hızla ilerliyor.
Ve bu yürüyüş sırasında karşılaşılan olaylar, kullanılan nefret dili, propaganda yöntemleri, kitle hareketliliği ve sermayenin tutumu, tarihte örneklerine rastlanılan Faşist diktatörlüklerin oluşmasına, iktidarı ele geçirme yöntem ve taktiklerine çok benziyor.
Aymazlık!
Toplumsal muhalefetin gözünün önünde gün be gün ilerleyen bu tehlikeli sürece dur demek için, hemen her kesimden gelen demokrasi cephesi çağrıları ise henüz bir karşılık bulmadı ve bu konuda somut bir adım atılamadı.
Olası bir diktatörlüğün ne tür bir devlet biçimine tekabül ettiği tartışması 12 Eylül öncesinde solun en önem verdiği polemik konularından birisiydi ve bu tartışma zaten parçalı ve rekabet içinde olan solu, askeri müdahale öncesi ve sonrası ortak tutum geliştirmekten de alıkoymuştu.
Zengin bir literatürle süren bu tartışmalar, devlet analizleri ve açığından kapalısına, tırmanandan, örtülüsüne farklı tipte faşizmler üzerine yazılmış yüzlerce yazı sonrası 12 Eylül darbesi geldi ve tüm şiddetiyle demokrasi güçlerini ezerek ağır bir yenilgiye uğrattı.
Elbette her diktatörlük faşizm değildir ama şimdi hızla siyasal bir gericiliğe doğru yol alınırken ve bu tehlikenin alametleri belirmeye başlamışken tedbirleri en kötüsüne göre almamak ya da almakta gecikmek, aymazlık olabileceği gibi ölümcül sonuçlar yaratacağı da herkes tarafından bilinmelidir!
Bugün sol, 12 Eylül öncesi gibi güçlü değil. Politik bir işçi hareketliliğinden bahsedemeyiz. İşçi sendikalarının, meslek oda ve birliklerin üye sayısı ise 1980 öncesiyle kıyaslanamayacak kadar az.
7 Haziran seçimlerinde Kürt özgürlük hareketinin talebiyle, batıdan yükselen sosyal haklar ve demokrasi talebinin sahiplerinin kurduğu ortaklık ileriye doğru önemli bir hamle yaptıysa da bunun önü şiddetle kesildi.
Kürt illerinde Cumhuriyet tarihinde görülmemiş bir vahşet sürüyor. Yine Cumhuriyet tarihinin en büyük göç dalgalarından birisi Kürt illerinde yaşanıyor. Ve yakındığımız 12 Eylül Anayasası’ndan beter bir Anayasa ve diktatörlük tehdidi ile yüz yüzeyiz.
Üstelik zaman da oldukça daraldı. Toplumsal muhalefet güçlerinin bu “rahatlığını” sadece yaklaşan tehlikenin karakteri konusunda farklı analizlere sahip olmakla açıklayamayız.
Uzun süredir adım adım gerileyen kitle hareketliliği ve sokaktan çekilme halinin yarattığı bir mecalsizliğin olduğu kabul edilmelidir.
Bu durumdan kuru ajitasyon ve parlak devrimci söylemlerle çıkamayız. Mevcut durum iyi analiz edilmeden, kitle çizgisi takip edilmeden, nefes alma yollarımıza sıkı sıkı sarılıp, meşru mevzilerimiz tahkim edilip korunmadan ve bir plan dahilinde en geniş güçleri bir araya getirmeden bu dar boğazdan kurtulamayız.
Rıza Türmen’in önerisi yerindedir
Geçtiğimiz günlerde Rıza Türmen, demokrasi güçleri tarafından oldukça kabul gören bir yazı kaleme aldı. Türmen yazısında; bütün demokratik sol grupları, sendikaları, meslek kuruluşlarını, STK’ları ve platformları bu tehlikeli gidişe karşı bir kurultayda bir araya gelmeye davet etti.
Bu kurultayda, asgari ortak noktaları içeren bir programı kabul edip, kurultaya katılan bütün kuruluşlar arasında eşgüdüm sağlayacak bir organ vasıtasıyla AKP’nin hegemonik düzenine karşı ortak bir mücadele verecek yeni bir güç merkezi yaratmaya çağırdı.
Kurultayın çoğulcu, farklı kimlikleri ve görüşleri müşterek bir program etrafında birleştirecek ve ortak hedef doğrultusunda harekete geçirecek yanına işaret eden Türmen, çağrısında “Bu oluşumun başarısı kitleleri harekete geçirebilmesine bağlı.
Direniş, sadece bildiriler yazıp, paneller, seminerler düzenlemeyle sınırlı kalırsa (bunların önemsiz olduğunu söylemiyorum) etkisiz kalmaya mahkûm olur.
Bu mücadele çok yönlü. Hukuksal, siyasal, toplumsal yönleri var. Neyin, ne zaman yapılacağı bir strateji sorunu. Sokağa inmek de, panel düzenlemek de doğru zamanlarda yapıldığında etkili olabilir.
Ama bir toplumsal muhalefetin iktidarın hegemonik yapısında çatlak yaratması ancak halk kitlelerini harekete geçirerek gerçekleşebilir.
Bunun için her şeyden önce, Adalet ve Kalkınma Paratisi (AKP) hegemonyası altında ezilen, dışlanan azınlık gruplarını, Kürtleri, Alevileri, işçileri, işsizleri, LGBTİ’leri, Romanları, inançlı solcuları ve tüm sol grupları motive edebilmek gerekir.
Bu hareketin çoğulculuk ve katılımcılığa yer vermesi ve böyle bir Türkiye düşü yaratmasıyla sağlanabilir. İnsanlar ancak bir değişim isteği yaratılırsa harekete geçer.
Bunun için de insanlara yaşamlarında neyin eksik olduğunu düşündürmek, şimdiye kadar sorgulamadan kabul ettikleri bazı şeyleri sorgulamalarını sağlamak önemli.
Bu amaçla, yukarıdan bakmayan, karşılıklı öğrenmeye dayanan bir diyalog kurmaya, yeni bir umut vermeye, yeni bir heyecan yaratmaya gereksinim var” demekteydi.
Rıza Türmen’in önerisinin kurumsal olarak hitap alanı; Cumhuriyet Halk Partisi (CHP), HDP, sosyalist sol ve demokrasi güçleri olsa da, öneriyi yapış tarzı, kapsayacağı güçleri tanımlaması ve partiler üstü bir tutum takınması oldukça yerinde olmuştur.
Buradaki temel sorun, CHP ve HDP kitlesinin bu cephenin içinde nasıl yer tutacağı ile ilgilidir.
Şimdi bu öneri doğrultusunda bir dizi görüşme yapmaya, bu önerinin geniş çevreler tarafından sahiplenilmesini sağlamaya ve kurultay çağrısının yolunun açılmasına ihtiyaç vardır.
Eğer bir kurultay çağrısı yapılacaksa bunun tarihinin de Eylül ayını geçmemesine ve Faşizme karşı olabilecek bütün güçlerin bir araya gelmesini engelleyecek yaklaşımlardan kaçınmaya özen gösterilmelidir.
Hatta böyle bir birliğe katılmayacak olanları da karşıya almak yerine tarafsızlaştırılmasını sağlayacak politikalara sahip olmak ve hitap alanını daraltacak kimi yaklaşımlardan uzak durmak konusunda da hassas olunmalıdır.
Rıza Türmen’in önerisi; Kürt özgürlük hareketi, CHP’nin demokrasi ve özgürlüklere dönük yüzü ve sosyalistler olmadan gerçekleşebilecek bir öneri değildir.
Kaldı ki önerinin hitap alanında bunun daha da fazlası vardır.
Mevcut durumda çok zor gibi görünen bu yan yana gelişin formülleri üzerine düşünürken, HDP’yi yol ayrımına zorlamak, HDP’yi hiç anlamamakla eşdeğer olabileceği gibi, bu tür görüş sahiplerinin kendilerinin de istemeyecekleri bir pozisyona sürüklenmelerine neden olabilir. HDP’nin iskeleti Kürt özgürlük hareketidir. Eğer onu çekip alırsanız geriye kalandan demokrasi cephesine pek fazla katkı gelmez!
Mevcut konjonktürde Erdoğan’ın beslendiği insanlığa karşı suçlardan olan kör şiddete net karşı duruş başta olmak üzere, iktidar zıddı ve hatta devrimci gibi görünen ama AKP’nin yürüyüşünü durdurmak değil tersine bu yürüyüşü kolaylaştıracak kimi yaklaşımlarla da araya mesafe koyacak bir zihin açıklığında elbette olunmalıdır. (KA/HK)