“Benim rolüm- çok iddialı bir sözcük olduğunun farkındayım- insanlara hissettiklerinden çok daha özgür olduklarını göstermek.” M. Foucault
“İktidar, öncelikle boyun eğdirilmiş bedenler yaratmayı amaçlar” M. Foucault
Beklenmedik bir anda karşımıza çıkan ve iliklerimize kadar acıya boğulmamıza neden olan haller vardır. Çocuğumuzun serebral palsi vb. bir rahatsızlıkla doğacak olması, denize atlayıp felç olmak, beyin kanaması geçirmek, trafik kazasında bir uzvumuzu kaybetmek gibi birçok olayla karşılaşabiliyoruz hepimiz. Bundan kaçmaya çalışsak da bunun her an olabileceği gerçeği herhalde çoğu kişinin kâbusudur. Bu korkma halinin tartışılacak birçok yönü olsa da bir yere kadar kabul edilebilir. Öyle ya, el birliğiyle yarattığımız bu toplumda bedensel ya da zihinsel kısıtlılık hali yaşamı hiç de kolaylaştırmıyor.
Sözü buradan alıp iki şey iddia edeceğim: Birincisi, gündelik yaşamınızda alışageldiğiniz ahengin bir nedenle bozulmuş olması –sandığınızın aksine- baş edilmesi imkânsız bir hal değildir. İkincisi, o ilk travmayı -kamu kurumlarının ve zamanın da yardımıyla- atlattıktan sonra pekâlâ kendiniz için güzel bir dünya yaratabilirsiniz. İyi ama nasıl?
Öncelikle konunun olmazsa olmazı: Kamusal gücü elinde tutanlar ve medya, sakatlığı bir travma anına indirgeyip insanları korkutmamalı, ekranda tekerlekli sandalye gösterip fonda dramatik bir müzikle insanları ajite ederek onları her an başlarına gelebilecek olaylara karşı daha en baştan güçsüz hale getirmemelidir. Aksine, şartlar ne olursa olsun her türlü zorluğa karşı bir planın bulunduğunu ve hiçbir zaman yalnız başına kalınmayacağını vurgulayan sistemli bir sosyal politika yürütülmelidir. Olayın şokuyla ne yapacağını bilemez vaziyette kalan yurttaşın ilk aklına gelen ve görece rahatlamasını sağlayacak olan şey, devlet organlarının bu duruma karşı bir planının olduğunu bilmektir.
Avrupa’dan bir örnek vererek konuyu daha anlaşılır hale getireyim. 5 yaşında bir çocuğun trafik kazası sonucu omuriliği yaralanmış olsun. Öncelikle çocuğun acil tedavisi gerçekleştirilirken hastaneye bir sosyal hizmet uzmanı ve bir de psikolog gönderilerek o şok anında aileye profesyonel destek verilir. Rutin şekilde devam eden bu desteklerle birlikte çocuğun geleceği için planlama yapılır. Tedavi aşamasının ne kadar süreceği, bu esnada ailenin nelerle karşılaşabileceği, evinde-okulunda-arabasında ne tür düzenlemeler yapılması gerektiği en ince ayrıntısına kadar tespit edilir ve gerek ürün bazında gerekse hizmet bazında bu ihtiyaçlar karşılanır. Okula devam edebilmesi için okul yönetimi ile iletişime geçilir ve tüm mimari ve eğitsel ayarlamalar yapılır. Çocuğun tedavisi ve gündelik yaşamı için ihtiyaç duyulan tüm ama tüm ürünler koşulsuz olarak temin edilir. Tedavi süreci sona erdiğinde çocuğun hareket ve zihinsel yetilerine bağlı olarak ihtiyaç duyulan her konu profesyoneller tarafından takibe alınır. Eğitimin tamamlanması, sosyal hayatın aksamaması, iş hayatına başlanması ve bağımsız bir birey olarak ayakta kalabilmenin gereği için her ne lazımsa, tümü sosyal devlet tarafından sistemli bir şekilde karşılanır. Yani çocuk da aile de sırtını devlete yaslar, minimum hasarla süreç ilerler...
Şimdi aynı olay Türkiye’de olursa neyle karşılaşırız, buna bakalım. 5 yaşında bir çocuk kaza geçirip hastaneye götürüldüğünde tabii ki hastanede ailesini kimse karşılamaz. Aile şokla birlikte çevrede doktor-hemşire-sekreter kim varsa ona sorar “ne olacak çocuğum” diye ve muhtemelen şöyle bir cevap alır: yaşamaz. Bismillah! Ama çocuk yaşar. Önce sekreter gelir ailenin yanına ve hastane masrafı diye kocaman bir fatura uzatır aileye, sonra doktor gelir ve çocuğun genel sağlık durumunun stabil olduğunu, burada yapacak bir şey olmadığını, artık felç olarak evde ölene kadar bakılması gerektiğini söyler. Aile çocuğu alıp eve gelir. Nasıl yemesi gerek, tuvaletini nasıl yapması gerek, mesanesini nasıl boşaltması gerek, nerede yatması-nerede oturması gerek, banyo yapabilir mi, okula gidebilecek mi, bundan sonra ne olacak vb. yüzlerce dramatik soru ve sorunla yalnız başına kalır aile. O süreçte kulağına fizik tedavi diye bir şeyler çalınmıştır ailenin. İyi bir fizik tedavi nerede alınır diye araştırmaya başlarlar. Hasbelkader bir fizik tedavi hastanesine randevu alır, ama 6 ay sonrasına! Çocuk ve ailesi 6 ay boyunca evde perişan olur. Anne-babanın işi aksar, uykusu aksar, gündelik yaşamı neredeyse tamamen yok olur. Çocuk daha beter olur. Sürekli yatmaktan dolayı kalçasında yaralar olur, mesanede enfeksiyon, eklemlerde kireçlenme başlar. Tekerlekli sandalye kullanmak akıllarından bile geçmez. Her ama her şey yanlış yapılır. Kimse yol göstermez. Sonra fizik tedavi hastanesine yatılır. Muhtemelen aşırı yoğunluktan günde 10 dakika fizyoterapistle çalışır, geri kalan zamanlarda aile kendi başına fizik hareketleri uygular...
Daha fazla uzatıp canınızı sıkmak istemiyorum. Sadece şunu bilin ki çocuk da ailesi de her şeyi yanlış yapa yapa yıllar içinde doğruyu öğrenmeye başlar. Ama en az 5-10 yıl kaybedilmiştir bile! Aile yoksul, çocuk bağımlı, eğitim yok, iş yok, sosyal hayat ve umut dramatik şekilde az. Kaybedenler Kulübü’ne merhaba!
Bir tarafta sosyal devlet ilkesiyle işleyen canlısı kıymetli ülkeler, diğer tarafta beton ve silahla milliyetçilik gazı yemiş canı değersiz sayılan bizim gibi devletler. Bir tarafta kaza geçiren 5 yaşındaki çocuğun ve ailesinin bütün zorlukları aşmayı başardığı ülkeler, diğer tarafta dramatik hayatlar. Bir tarafta toplumsal hafızaya ve bir arada yaşama kültürüne sahip ülkeler, diğer tarafta her koyunun kendi bacağından asıldığı ülkeler.
Konuyu bir meselle noktalayayım: Her gün yüz binlerce insanın akın akın yürüdüğü İstiklal Caddesi’ni getirin gözünüzün önüne. Caddenin değişik yerlerinde belediyenin açtığı kocaman çukurlar olsun... Her gün o çukurlara binlerce insanın düşüyor olması, düşen insanlara çukurdan çıkması için belediyenin hiçbir yardım götürmemesi, yoldan geçen insanların şaşkın bakışlarla çukurdaki insanların yanından geçmesi, bazılarının gücü yettiğince yardım etmeye çalışıp sonra yine yoluna devam etmesi, çukurdaki insanların yıllarca debelenmeye devam etmesi, hasbelkader çukurdan çıkmaya başardıklarında yoldan geçen herkesin gözyaşlarıyla bu “engelleri aşmış” insanları alkışlaması, sonra belediyenin gelip bu insanların altına dandik birer sandalye çekip onlarla mutlu-mesut resimler çektirmesi, medyanın bu “başarı öykülerini” en damardan sunması... Alın size Türkiye’deki engelli politikası!
Sözü güzel bitirelim isterim. Sorun bedenlerimizde değil, sorun devletin/toplumun yanlış kurgulanmasında. Bu bağlamda ne yapılması gerektiği de ne yapılmaması gerektiği de belli aslında. Kamusal hafızaya ihtiyacımız var. İnsana/hayvana/yeşile kıymet veren bir kamu düzenine ihtiyacımız var. Dekoratif “engelli kardeşlerimiz” söyleminden kurtulmaya, gerçek ve bütünlüklü hak temelli bir sosyal politika yaratmaya ihtiyacımız var. Çılgın projelerle mukayese edilince, inanın bunlar düşündüğünüzden çok daha kolay. (BK/NV)