“Savaşa giden babamdan geri kalan eşyalar balo elbisesi, nişanları ve kılıcıydı. Nişanları halen duruyor, kılıcıysa savaşta Almanların eline geçmesin diye gömdüm. Balo elbisesini de annem düğmelerini söktükten sonra laciverte boyadı. Tüm savaş boyunca bu benim tek dışarı elbisemdi, bir de parlaklığından kurtulmak için her yolu deneyip bir türlü başarılı olamadığım, en büyük ıstırabım rugan botlar, tek dışarı botumdu.” Böyle anlatıyor yetimliğe adım atışını dünya sinemasının büyük ustalarından yönetmen Andrzej Wajda.
1944 yazında Krakow’da devriye gezen bir Alman jandarmanın dikkatini çeker küçük Andrzej’in tek dışarı elbisesi, ceketinin modelinin bir subay üniformasına benzemesini tamamıyla tesadüf olduğu şeklinde açıklasa da ikna olmaz jandarma ama kollayacak daha önemli işleri olduğu için salıverir Andrzej’i. 1939 yılının kasımında Radom’daki evlerinin bahçesine gömdüğü kılıçsa yine bu kentte 2011 yılında katıldığı Güzel Sanatlar Akademisi’nin açılış töreninde döner kendisine, simsiyah, eğri büğrü ve yer yer delik deşik.
Andrzej Wajda, Znak Yayınevi tarafından yeni baskısı yayınlanan otobiyografisinde hayatının bir günde değiştiğini şu sözlerle anlatır: “1939 eylül sonunda babamın savaşa gittiği gün hayatım tamamıyla değişti, çocukluğumda ne oldu, ne yaşadım, çok da bir şey hatırlamıyorum. O kadar nefret ettim ki, geçmişe dair tüm hatıraları silip hemen büyümek istedim, öyle de oldu. Savaş başladığında 13 yaşımdaydım, diyebilirim ki 15 yaşımda yetişkin hayatıma başladım.”
Almanya’ya çalışmaya gönderilmemek için birçok işte çalışır Andrzej, bu işlerden biri de tereyağı fıçısı yapımıdır. Savaş günlerinden bir gün Almanlar için yapıp istifledikleri fıçıların birinden biraz tereyağı çalıp eve götürür annesi ve kardeşinin yükünü omuzlarında hisseden Andrzej, ancak ana yüreği razı gelmez elbet oğlunun hırsızlık yapmasına. “Bu tereyağı zaten bizim, Polonyalıların, aslında Almanlar bunu bizden çalıyor” şeklinde açıklamaya çalışsa da davranışını küçük Andrzej, evlatlarının geleceğinden endişe duyan anne çok ama çok ağlar.
Katyń: Wajda’nın boynunun borcu
* Katyn
Babası NKWD subaylarınca Katyń’de katledilen Andrzej Wajda, yaşamı boyunca kendini bu katliamı konu edinen bir film çekmek zorunda hisseder, nitekim 2007 yılında vazifesini yerine getirir de. Filmde herhangi nasyonalist bir vurgunun yer almamasına özellikle dikkat eden yönetmen, filmin histerik ve suçlayıcı olmasını istemez, işlenen insanlık suçunu Polonya seyircisine de, Rus seyircisine de eşit şekilde ulaştırmayı amaçlar. Zira katliamın 70. yıldönümü olan 2 Nisan 2010 yılında Rus devlet televizyonunun 1. ve 2. kanalı ve de kültür kanalında gösterilen film on milyonlarca Rus izleyiciye ulaşır, Wajda ise dönemin cumhurbaşkanı Medvedev tarafından Polonya-Rusya arasında kültür ilişkilerinin geliştirilmesi konusunda verdiği büyük dersten ötürü dostluk nişanına layık görülür.
2. Dünya Savaşı’nın hemen akabindeki yılları 5 yıl boyunca harabeye çevrilen, ayaklar altında çiğnenen Polonya’nın yeniden doğuşu, kendilerini ise tarih dersinden sonuç çıkaran bir umutlu ulus olarak tanımlasa da çok geçmeden yaşadığı hayal kırıklığını şu sözlerle anlatır ünlü yönetmen: “Ülkemin bir işgalciden öbür işgalciye el değiştirdiği hissiyatına kapıldığımı hatırlamıyorum. Her şey bambaşka olacak gibiydi, gerçeği ancak 1948 yılında Polonya Birleşik İşçi Partisi’nin (PZPR) kuruluşuyla anladım.”
Savaş sonrası ilk yıllar işçilerin iktidarı korkutmaz Polonyalıları, üstelik Wajda da Alman işgalinin sürdüğü 5 yıl boyunca işçi olarak çalışmıştır. Savaşın ardından Polonya’daki Sovyet egemenliği çerçevesinde o da her genç insan gibi dünyayla uzlaşmanın yolunu aramıştır, ancak kendi deyimiyle mevcut politik manipülasyonu çok sonra fark etmiştir.
Yağmurun yönetmen yaptığı yönetmen
* Zbigniew Cybulski
Savaşın ilk yıllarında ressam olmaya karar vermiştir Wajda, bu amaçla 1941 yılında Waclaw Dobrowski’nin Radom’da açtığı okula bir süre devam eder ancak çok geçmeden okul da Almanlardan nasibini alarak kapatılır. Sonraki yıllar çalışmalarını kendi imkanlarıyla sürdüren ünlü yönetmen 1946 baharında Krakow Güzel Sanatlar Akademisi’ne kabul edilir. 1948 yılında Wroclaw’da “Fethedilmiş Topraklar” isimli karma sergide sattığı birkaç tablodan kazandığı ilk parayla da Alman denizaltı subayından kalma ikinci el siyah bir deri ceket alır Wajda. O ceket ki 1954 yılında “Bir Nesil” filminde Zbigniew Cybulski’ye kostüm olur. Gerçi Lomnicki’nin dövüş sahnesinde Cybulski’yi fazla hırpalamasıyla yırtılsa da -üstelik o dövüş sahnesi sansür heyeti tarafından filmden çıkarılacaktır - 1968 yılına kadar giymeyi sürdürür deri ceketi.
* Wszystko na sprzedaz
Yönetmen aynı yıl çektiği “Wszystko na sprzedaz” filminde bu kez de Daniel Olbrychski tarafından kostüm niyetine giyilen ceketi iyi oyunculuğundan ötürü aktöre hediye eder.
Pekala ressam olmak için çıktığı yolda 3-5 kuruş da olsa para kazanmaya başlamışken neydi Wajda’yı sinemaya yönelten? “Biz öğrencilerin durumu ile akademinin dünyası çok başkaydı. Gençlik özlemlerimiz kendini ifade etme zorunluluğuyla çarpıştı. 3 elma, soğan ve tabak bizlerin dünyası değildi, Cézanne’nin varoluşun sırrı dediği şey bizler için günden güne daha yabancı, daha kayıtsız hale geldi. Oysaki bizler savaşı yakından görmüştük, biliyorduk artık insanın kanatlanıp uçma hayali olan uçağın insanları öldürmeye hizmet ettiğini, erkek çocukların oyuncağı karabinlerin korkunç yaralar açtığını. Bizler büyük değişimin iştirakçileriydik, adaletsizliği ve aşağılanmayı tatmıştık. Natürmort, kasede duran vişne bunları anlatabilir miydi? Bizlerin sorusu bu idi, krizdeydik çünkü gerçek sanatın zokasını yutmuştuk, işte böylesi zor anda bir ortaklık, bir cemiyet aramaya başladık. Günlerden bir gün arkadaşım Andrzej Wroblewsi bana yaptığı resmi gösterdi, o resmi asla unutmadım, unutmayacağım da. Beyaz fonda yarı boyuna kadar görünen bir SS subayı birine ateş etmiş, subayın önünde boylu boyunca uzanmış bir ölü, ölünün elbiseleri havada uçuşuyor, mahzun, biçare ve utanç dolu. İşte o an öldürmenin resmini gördüm, öldürmeyi kendi tecrübelerimden biliyordum, çünkü gerçekten böyle görünüyorlardı savaşın son günlerinde tankların ezdiği insanlar” şeklinde açıklasa da Wajda yaşadığı çelişkileri, yağan yağmurdur aslında onu yönetmen yapan. Şöyle ki resim eğitimine başladıktan 3 yıl sonra Sopot’ta tatil yapan Wajda boş tartışmalardan yorulduğu bir anda şu geri dönülemez kararı alır: “Eğer yarın kalktığımda yağmur yağarsa Łódź’a gidip film okulunun sınavına gireceğim”. Wajda sabah uyanır ve hava yağmurludur. Atlar trene, doooğru Łódź şehrine, gerçi Tczew’den sonra hava açmış, güneş çıkmıştır ama o artık hayatının geri kalan kısmını akşam verdiği karara uygun olarak sürdürecektir.
Łódź Sinema Okulu komünist yönetim tarafından ideolojik kadronun demir atölyesi olarak görülmektedir, Lenin’in “Sinema bizim için en önemli araç” söylemine uygun olarak okulun her öğrencisine savaş pilotunun eğitim masrafına eşdeğer yatırım yapılır, hiç şüphe yoktur ki mezunlar kapitalizmi bombardımana uğratacakları, Polonya toplumunun zihninde komünist ideolojiyi ve Sovyetler Birliği’nin öncü, ilerici rolünü sabitleyecekleri filmleriyle geri ödeyeceklerdir kendilerine yapılan masrafları. “Okulunun ilk yıllarında bize yoğun olarak Sovyet sinemasını öğretiyorlardı, o sinema ki bizim ustamız, öğretmeniz, komünist ideolojiye hizmetse bizim adanmışlığımız. Ama bizler başka yolu seçtik, savaş sonrası yıllarda sefalet ve aşağılanma durumu özellikle İtalyan neorealizmini bize yakın kıldı. Polonya sineması işte trajik dünya üzerine düşünme konusunda bizlere ağır ders veren savaşın politik ve sosyal tecrübelerinden doğdu” sözleriyle anlatır Polonya Sinema Okulu’nun doğuşunu.
Sansürlü, otosansürlü yıllar
Polonya Halk Cumhuriyeti döneminde ise bir filmin yapımı ve dağıtımı ancak devlet tekeli çerçevesinde mümkündür. Dönemin en etkili sansür yöntemleri ise kağıt kıtlığı ve film şeridi yokluğudur. Bir film şu süreçlerden geçerek ortaya çıkmaktadır: Önce film birkaç sayfayla projelendirilir, proje kabul edilirse senaryo yazım safhasına geçilir, komünist parti ve filmcilerden oluşan komisyonca özel değerlendirmeye tabi tutulur senaryo, bu komisyonun onayı, sonra sinema dairesi şefinin onayı ve elbette ki onun meçhul danışmanlarının onayı. Realize edilen film sinema dairesine sunulur, heyet tarafından izlenen film sonrasında Polonya Birleşik İşçi Partisi (PZPR) Merkez Komitesi üyelerinin dikkatine sunulur, sabırsızlıkla beklenen karar böylelikle haftalar boyu uzar da uzardı, hatta bazen 14 yılı bile bulurdu “Mermer Adam” filminde olduğu gibi.
* Mermer Adam / Czlowiek z marmuru
14 yıl sinema dairesinin raflarında bekleyen filmin hikayesini büyük usta şu sözlerle anlatır: “1962 yılında çağdaş Polonya izleyicisine hitap eden bir film yapmaya karar verdim, bu fikir üzerinde düşünürken Zespol Kamera’nın şefi Jerzy Bossak sayesinde çok güzel bir konuya denk geldim. Filmin konusu Bossak’ın bir gazetede okuduğu küçük bir anekdottan doğdu. Gazetedeki yazı şöyle idi: “İş Kurumu’na bir duvarcı geldi, ancak eli bomboş geri döndü, çünkü Nowa Huta’da (Krakow’da 1950 yılında kurulan çelik döküm fabrikası) yalnızca dökümcüye ihtiyaç vardı. Ancak memurlardan biri bu adamın yüzünü tanıdı, bu meşhur duvarcı önderiydi, geçen politik sezonun yıldızı, duvarcıların meşhur lideriydi.” İşçi önderi bu duvarcı adam 1950’li yılların kahramanıydı, ben ise bugünü anlatacak bir araç arıyordum. Ama yine de bu senaryo üzerinde çalıştık, hazır olduğunda hararetle baktım ki elimde altından bir elma duruyor, Ne yazık ki işte bu noktada benim inisiyatifim sona eriyordu, artık her şey senaryo komisyonuna bağlıydı, gerçekte ise Komünist Parti Propaganda Birimi’ne. Çünkü işçi önderi konusu sosyalist ekonominin en utanç verici tarafına, yani yıldan yıla iş veriminin azalmasına dokunuyordu. Filmin senaryosu sosyalist gerçekliğe yeterince angaje olmadığı konusunda çok kere suçlamalara maruz kaldı ve aradan 14 yıl geçti. Gomułka Komünist Parti’nin başından ayrıldı, onunla birlikte 50’li yıllar kültü de. İktidara genç politikacılar geldi, nihayetinde filmin tüm sorumluluğunu dönemin Kültür Bakanı Jozef Tejchma’nın üstlenmesiyle filme izin çıktı. Ancak senaryoyu aktüalize etmek gerekti, çünkü 1962 yılında yazdığımız senaryo zaten 12 yıl geriye gidiyordu, filme izin çıktığı zaman ise neredeyse çeyrek asır geride kalmıştı. Filmin ilk versiyonunda kahramanımız Mateusz Birkut teknik liseye hazırlanıyordu, aradan geçen 14 yıl içinde mümkün olan tüm üniversiteleri bitirmiş olmalıydı. Her ne kadar siyasal iktidar kademesinde değişiklikler olsa da bizlerin yaşantısı reel sosyalizmde halen sürmekteydi ve bu durum senaryoda yeni değişiklikler yapmamızı sağladı.”
* Danton
1982 yılında Paris’te “Danton” filmini çekerken 2 Amerikalı yapımcı ziyaret eder Wajda’yı, o tarihlerde ABD’de yaşayan Soljenitsin’in “Tanklar Gerçeği Biliyor” senaryosunu filme almasını teklif ederler. NKWD ordusunun bir Sovyet kampındaki ayaklanmayı dağıtmasını konu alan senaryo yönetmeni oldukça heyecanlandırır. Süper dokunaklı bir senaryo, net kadın ve erkek kahramanlar, olağanüstü yönetilen eylem... Yapımcıların gerekli hiçbir masraftan kaçınmayacağı film Amerika’da çekilecek ve İngilizce olacaktır. “Büyük yazar yazdığı ilk senaryo için beni seçmişti. Rus yönetmen arkadaşları varken beni seçmesinin sebebi benim özgür dünyada, Paris’te bulunmam, onların ise Sovyetler Birliği’nde kilitli olmasındandı. Özgür dünyadaki özgür insan olarak bu sorumluluğu almalıydım, ancak bir seçim yapmak zorundaydım. Biliyordum ki bu filmi çekmem halinde dönecek bir ülkem olmayacaktı, artık yurtdışında bir yönetmen olacaktım. Kaldı ki “Küller ve Elmaslar” filmim ABD’de gösterildiği zaman da olabilirdim, “Polonya’da ilk adımı attın, hadi ileri git” diyerek her şeye yeni baştan da başlayabilirdim. Ancak ben her zaman kendimi Polonya izleyicisine bağlı hissettim, şuna derin bir şekilde inandım ki Polonya’yı anlatarak da Avrupa hatta dünya çapında bir yönetmen olabilirim, çünkü “Küller ve Elmaslar” sonrası bu temele sahip olduğuma hükmetmiştim. Ya yurt dışı? Ne anlatabilirdim izleyicilere? Banal tavsiyeler karşısında hızlıca inmek zorunda kalacaktım bugüne kadar tırmandığım basamakları, üçüncü sınıf filmler yapmak, sonunda da televizyon dizisi çeken meslek olarak yönetmen olacaktım. Oysaki ben yönetmenliği meslek olarak değil, sanatçılık olarak görüyordum, yönetmenin sesine, mesajına ihtiyaç duyan seyircilere hitap eden bir sanatçı. Küller ve Elmaslar, Vaadedilmiş Topraklar, Düğün, Mermer Adam filmlerimle bunu biraz olsun başarabildiğimi düşünüyorum. Hakkım vardı böyle düşünmeye, ülkemde, Polonya’da birilerine gerekliydim” sözleriyle ifade eder Soljenitsin’in senaryosunu neden filme almadığını Andrzej Wajda. Onun için en önemli olan Polonya’ya geri dönebilmektir, Soljenitsin’le birlikte yapacağı filmle komünizm çökmeyecektir lakin o çıktığı yönetmenlik yolculuğunun ortasında göçmen olacaktır. Döneme özgü bu gerçeklik dolayısıyla filmi realize etmeyen yönetmen, zorunlu olarak verdiği bu karar karşısında bugün halen hayıflanmaktadır.
Andrzej’in suçu ne?
Altın Palmiye ve Oscar başta olmak üzere dünya çapındaki birçok film festivalinde onlarca ödüle layık görülen, Polonya Film Okulu’nun yegâne yaratıcılarından Andrzej Wajda 13 Aralık 1981 darbesinin ardından meydana gelen Polonya sinemasındaki değişimi ise şu sözlerle ifade eder: “80’li yıllarda hemen her akşam sinemaya gittim, izlediğim filmler birbirinden çok az fark ediyordu, hatta sinema salonundan çıktıktan hemen sonra filmi unutmak mümkündü. Entelektüel izleyici ise darbeyle birlikte sinemadan süpürülmüştü. Mevcut izleyici bambaşka izleyiciydi artık, elbette ki bu, darbe dönemi politik iktidarının bakış açısından süper bir durumdu. Sinema salonlarından entelektüeller kaybolmuş, politik filmler ilgi görmez olmuştu.”
Komünizmin yıkılışıyla geçilen serbest pazar ekonomisi ülkeyi olduğu kadar sinema sektörünü de batılılaştırır. Önceki yıllarda gösterime giren Polonya filmlerini kitleler halinde izleyen seyirciden eser yoktur artık, dahası Amerikan sineması kapmıştır gençleri. Seyirci sinemada ekrana bakarken kendi seviyesinde eğlence istemektedir. Özgür ulus, özgür izleyici, az modernize olmuş bir toplum vardır artık. Usta yönetmenin, genç sinemacıların genelinin bu cazibeye boyun eğmesi karşısında ise bir suçu yoktur elbette. Değil mi ki ülkedeki sinema sayısı 3 binden 700’e düşmüş, Jaruzelski darbesinin ardından sinema izleyicisi fikir üretemez hale gelmiş, kitleler karar vermekten aciz, televizyonun etkisi altında kalmıştır. Oysaki Łódź Sinema Okulu’nun kapısından girdiğinde onu, büyük ustayı şu yazı karşılamıştır: “Tüm sanat dalları arasında film bizim için en önemlisi”. Artık bu parola yok, Sovyetler Birliği tarih oldu, sinema, sanatlardan en önemlisi olmayı bıraktı, izleyici ise Amerikan eğlence sinemasına teslim oldu, Andrzej’in suçu ne? (EO/AS)