Şaşkınlık. Amerika 2016 başkanlık seçim sonucunu tek kelimeyle anlatmak için kullanılabilecek en uygun kelime bu. Cumhuriyetçi aday Donald Trump’a oy veren cumhuriyetçiler ve hatta oy kullanırken Trump’ın tepeden bakarak kontrol ettiği yeni First Lady Melania bile içten içe şaşkındır bence.
Peki Trump şaşırmış mıdır? Sanmıyorum. Çünkü çizdiği karakter öyle megaloman, öyle sapkın derecede kendine güvenen bir karakter ki Başkanlık münazaraları esnasında vergi ödemediğini söyleyen Hillary Clinton’a canlı yayında “çünkü akıllıyım” cevabını verebilmişti.
Parayla her şeyin, ama her şeyin yapılabileceğine olan inancı sayesinde tavan yapan egosuyla kadınları taciz etmiş, bununla gurur duyan konuşmaları basına sızmıştı. O nedenle kendisi şaşırmamıştır. Aksine, şimdiye dek kendisini küçümseyenleri eleştirmeye başlamıştır. Ki hali hazırda zafer konuşmasında kendisine oy vermeyen halkı da sarıp sarmalayacağını ifade ederken bir yandan da zaten çok olmadıklarını ifade edip, daha ilk konuşmasında onları küçümsemiştir. Konuşmanın Türkçe çevirisinde çoğunlukla dikkate alınmayan “a few people” ifadesiyle daha başa gelir gelmez, kendisine oy vermemiş olan milyonlarca insanı azımsamıştır. “Tüm Amerikalıların başkanı olacağım” ifadesi sadece üç kelime ile çökmüştür bile.
Dünyanın şaşkınlığının örnekleri saymakla bitmez ancak şunu söyleyebiliriz ki Trump’ın bu zaferi hem Amerikan halkına hem de seçimleri dikkatle izleyen tüm dünya halklarına son yıllarda yaşatılan en büyük şoklardan biriydi.
Her ne kadar Zizek gibi bir düşünür bile oy kullanma şansı olsa Trump’a oy vereceğini belirtmiş olsa da, bu sonuç çoğumuzda da şok etkisi yarattı. Başkanlık yarışına bile katılamayacağını, ön seçimlerde eleneceğini düşündüğümüz “ırkçı, homofomik, cinsiyetçi, islamofobik” diye nitelendirilen bir “zengin /züppe/ beyaz” önce Cumhuriyetçi Partinin başkan adayı, sonra da Amerika Birleşik Devletlerinin 45. Başkanı unvanını kazandı. Yani herkesin söylediği gibi “muhtar bile olamaz” dedik, “Başkan” oldu.
Sonuçlar neredeyse kesinleştiğinde şaşkınlık ifadelerinin yanı sıra üzüntü, kabullenmeme ve protesto ifadeleri de sosyal medyada yerini aldı. Demokrat seçmenler #notmypresident hashtag’ini kullanarak bu sonucu kabul etmediklerini ifade ettiler.
Seçimlerden önce Trump’ın Başkan olması durumunda ülkeyi terk edeceğini söyleyenler, kendilerine yeni yollar yeni gelecekler çizmeye başladı. Ve hatta Kanada göçmenlik başvurusu yapılan site çöktü. Daha sonuçlar açıklanalı bir gün geçmeden Kaliforniyalılar ayrılmak istediklerini ifade etmeye başladılar. Trump’a oy vermeyen Amerikalılar belki de tarihlerinde ilk kez Amerikalı olmaktan utanç duyduklarını ifade ediyorlar. Seçim sonuçlarını hazmetmek ve kabullenmek zaman alacağa benziyor.
Dünyanın her tarafında yükselen aşırı milliyetçilik, nefret, cinsiyetçilik söylemleri sonuçlarını göstermeye devam ediyor. İçine kapanık, kendisinden başka herkesi ötekileştiren söylemler halk tarafından kabul ediliyor. İki dönemdir siyah bir başkan tarafından yönetilmeyi bir türlü hazzedemeyen beyaz Amerikalılar öcünü alıyor sanki.
11 Eylül belgeseli ile tanınan Michael Moore’un öngördüğü gibi bu sonuçların çok farklı sebepleri olabilir. Moore aylar öncesinde bu konuda bir değerlendirme yapmış beş temel maddeyle Trump’ın neden kazanacağını ifade etmişti. Bu makalede Trump’ı halkın kendilerine bugüne dek “kazık atanlara karşı “ kullanabileceği “kişisel bir molotof kokteyli”ne benzetmişti. Şimdi bu molotof kokteylin patlama vakti geldi. Ya birilerinin elinde patlayacak ya da başkalarının evinde.
Bugün Trump’ın kazanmasını “Hillary kaybetti” olarak yorumlayan çeşitli yazılar okudum. Kazananın hangi politikalar ya da kim olduğuna bakmaksızın, kaybedeni irdeleyen yazılar.
Bu yazıları okurken çoğunlukla bizi de düşündüm. Kendi seçimlerimizi, kendi sonuçlarımızdan sonra neler olduğunu. Seçim sonuçlarından sonra yapılan balkon konuşmalarını, arkadaş sohbetlerini. Hillary’e oy vermiş olanların, aslında Sanders’ı destekleyip de Hillary’e oy vermek zorunda kalmış olanların ya da seçimlere hiçbir şekilde inanmayıp da gönülsüz de olsa oy kullanmış olanları düşünüyorum.
Ne kadar da benziyoruz birbirimize. Bunları düşünürken aklımın bir köşesinde bir anım canlanıp sonra soluyordu. Yazıyı bununla bitirmek isterim. Doktora derslerim esnasında arkadaşlarımızdan biri bir işinsanıydı. Ne iş yaptığını hiçbir zaman sorup öğrenmedim. Ama o ısrarla her derste “iş adamlığına” vurgu yapıyordu. Bir gün demokrasiden bahis açıldı derste. Demokrasinin ne olduğu, seçimleri, seçimlerin ne kadar isteklerimizi yansıttığını tartışıyorduk. Yine konuyu iş yerine getirdi. Çalışanlarına seçme hakkı verdiğini, bunun onları motive ettiğini anlatıyordu güya. Şöyle bir demokratik eyleminden bahsetti. Çalışma ortamlarının rengini değiştireceklermiş. Bir anket hazırlatmış. Ankette çalışanlara seçmeleri için üç farklı renk sunmuş. Detayı tam hatırlamıyorum ama üç rengin ikisi kahverengi, siyah gibi çalışanların asla seçmeyeceğinden emin olduğu renklermiş. Üçüncü renk zaten kendi seçimini yaptığı renkmiş. Anketlerin sonucunda kazanan renk elbette kendi seçimi olan renkmiş. Bunu bize çalışanları memnun etmek için yaptığı bir seçim örneği olarak verirken, “işadamlarına” has bir gülümseme vardı suratında. O an gözümün önünden hiç gitmez. Seçimler dendiğinde aklıma nedense hep o “demokrasi zaferi” gelir.
Bir önceki yazımda seçimleri çoktan seçmeli bir teste benzetip, Trump’ı “gülümseyerek” elediğimi hatırlayarak kendime söylüyorum.
Bu da Trump’a özel “cinsiyetçi” kapanış olsun:
“Eyy Trump! Biz sana başkan olamazsın demedik. Biz sana “adam” olamazsın dedik.” (SK/HK)