Gökyüzü herkesindir, ama herkes gökyüzünde başka şey arar; köylü yağmuru, turist maviyi. Gezi mizahına daha uygun bir metafor dilerseniz: “Herkes kendi kafasını yaşar yârim!”
Temmuz ayının son günlerinde istihbarat birimleri –artık her kimse onlar– hükümete eylül ve ekim aylarında Gezi’nin devamının geleceğini bildirdiğinden bu yana bir “Eylül is coming” sendromudur herkesi sardı. Bülent Arınç “Eylülden sonra üniversitelerin açılmasını bahane edebilirler, spor gösterilerini bahane edebilirler,” diyerek “istihbarat”ı doğruladı (bkz. You are scared, Arınç you?).
Gezi İsyanları’nın en ön saflarında yer almış gruplardan ikisinin, öğrenci gençliğin ve taraftar gruplarının kendi habitatlarında kalabalık gruplar halinde bir araya gelecek olmasından egemenin korkması bir yere kadar anlaşılır.
Ama ruh çağırma seansı sonrasında her tıkırtıda birbirlerini korkutarak dehşete kapılan liseliler gibi kendi Eylül korkularına körükle gitmeleri biraz tuhaf. Başbakan haftada bir “Eylül’de huzursuzluk çıkaran bedelini ağır öder” diye celalleniyor, iktidarın yakın kalemler tahlile analize doymuyor, Eylül ruhu çağrılıp duruyor. N’oluyor yahu?
Bence olan şu: İktidar, meclisin açılmasıyla birlikte hız vereceği saldırıların, Gezi’de sokakları öğrenmiş halk kitlelerince cevapsız kalmayacağını bildiği için, bu tepkileri konspirize ediyor; onları komplo gibi gösterecek “istihbarat”lar “sızdırıyor.”
Rabia Meydanı için ancak dört parmaklarını kıpırdatanlar, şimdi dört elle Suriye’ye kan ve ateş yetiştiriyor; hem de dün dayılanır gibi yaptıkları emperyalist efendilerinin zurnasının son deliği olarak. Havaalanına ön-ödemeli kitleleri yığan Melih Gökçek ODTÜ’ye baltalarla dalmaya hazırlanıyor. Her maçta stadyumların kapısına TOMA’ları yığıyorlar. Yüz binlerce ton biber gazı alıyorlar. İktisatçıların aylardır uyardığı kriz (aslında kronik krizdeki bir ülke için, yalnızca krizin akut evresi) kapıda, Merkez Bankası başkanı liranın değerini yükselteceğiz cümlesini bitirmeden TL değer kaybediyor. Her beş gençten ve her dört kadından birinin işsiz olduğu, resmi istatistiklere göre bile işsizlik oranının yüzde 9.3 (gerçekte bu rakam en az yüzde 16’ya varıyor) olduğu bir ülkede, iktidara geldiği günden beridir bu oranı neredeyse mutlak bir tutarlılıkla artıran bir hükümetin halktan korkmak için çok nedeni var.
"Ne zaman ayaklanacağımızı sizden öğrenecek değiliz"
Savaş hülyaları, yoksulluk, baskı, devlet terörü... Faşizm palasını daha daha bileyen bir iktidar... Ayaklanmak için hiçbir vakit neden kıtlığı çekmedik.
Gezi, faşizme karşı halk isyanları tarihimizin bir parçasıdır ve faşizm var olduğu sürece ona karşı isyanlar da sürecektir. Elbette artık, bu isyanların hepsi, Gezi’nin geleneğiyle silahlanmış olacaktır.
Ama bu, bariz bir şekilde iktidarın sözde istihbarat raporlarıyla tetiklenmiş bir “Eylül sendromu”na kapılmamızı sorunsuz kılmıyor. Özellikle Gezi’nin bir parçası olmuş “ulusalcılar” (başta onların en gerici kesimi olan Silivri Muhipleri Cemiyeti) ile bunlarla arasına mesafe koyarken kılı kırktan az yaran bazı sol yapılar, bu hükümet menşeli sendroma genetik yatkınlık gösteriyorlar.
Kendiliğinden yönü baskın halk hareketleri, gerillaya benzer; nerede ve ne zaman vuracağı belli olmaz. Gerilladan farkı şuradadır ki, isyanın yeri ve zamanı yalnızca hasmımız için değil bizim için de bilinmezlikle doludur. Ayaklanmanın sürpriz doğum günü partisini neşeyle karşılamaya hazır olmak başka şey, iktidarın verdiği randevuya hazırlanmak başka şey.
Biz ne zaman ayaklanacağımızı iktidardan öğrenecek değiliz. Bunlar hep AKP zihniyeti sevgili kardeşlerim. Aklınca bunlar bize isyan vakti verip ne yapmak istiyorlar? Biz haklı olarak ayaklanırsak “Bak işte komplo” demek istiyorlar. Eylülde hazan yapraklarının ve ülke sokaklarının tozunu attıramazsak da “Bak işte oyunlarını bozduk” diyecekler. Biz onların heveslerini kursağında bırakmasını iyi biliriz.
Velhasıl, herkesin Eylül’ü kendine. Bizim Eylülümüz belki Eylül’de gelir belki Haziran’da. Ama eninde sonunda gelir.
Ancak, Eylül’de gerçekten de bir şeyler olacak...
Gezi tutsaklarının ilk mahkemesi 10 Eylül’de
Gezi direnişine şehitler verdik, onlarcamız sakatlandı, binlercemiz yaralandı, zehirlendi. Yüzlercemizse F Tipi hücrelere atıldı. Bunları öylesine çürük temeller üzerinde, yalnızca intikam güdüsüyle tutsak edildiler ki, faşizmin mahkemeleri bile sık sık “ara tahliye” kararları alıyor, bazıları aramıza geri dönüyor.
Ancak İstanbul’da, Ankara’da, Eskişehir’de, Antakya’da, Lice’de direnişçileri kurşunlayanlar, ezenler, linç edenler sokaklardayken, sayıları yüzlerle ifade edilen insanımız hâlâ hücrelerde işkence altında. Taciz ediliyorlar, dövülüyorlar, çıplak aranıyorlar, palasıyla halka saldıran katil adayları sırtı pışpışlanıp sokağa salınırken, onlar için onlarca yıl ceza isteniyor; odalarına kamera konuluyor fakat dışarıdan gönderilen birkaç çiçek yaprağı bile onlardan esirgeniyor.
10 Eylül’de Gezi Tutsakları’nın ilk mahkemesi İzmir’de yapılacak. Direnişin dayanışma ruhunu orada göstermeliyiz. O zamana dek, içerideki arkadaşlarımızı yalnız bırakmamak için elimizde kart, mektup, dergi, kitap gönderme gibi araçlarımız var. Hele de http://melisakokusunaozgurluk.tumblr.com adresine uğrayarak, mektuplarınızın içine koyduğunuz melisaları, ıhlamurları, adaçaylarını, diğer bitkileri, yaprakları, çiçekleri herkesle paylaşabilirseniz, onlara kalkacak ellerin biraz daha titremesini sağlamış olursunuz. Malum, şu sıra yeşilden çok korkuyorlar. (BY/HK)