Son yıllarda akademik-aydın çevrelerde yargı-bağımsız, bilimsel, objektif bakış çokça eleştirilmiş olsa da liberal duruşu karakterize eden ortacılık, tarafsızlık yaklaşımı halen ideolojik gücünü korumaktadır. Liberal duruş ne bu tarafın aşırılığını benimser, ne de diğer tarafın. O Ortada, her iki uca da eşit uzaklıkta, nötr bir noktada durduğunu iddia eder; uzlaşmaz iki kutup arasında en makul çözümü temsil ettiğini söyler.
Geçtiğimiz haftalarda Radikal İkide Ararat filmi üzerine yayımlanan Nuh Köklü ve Ayşe Hür imzalı iki yazının kabaca böyle bir liberal duruşla yazıldığını söyleyebiliriz. Her iki yazı da orta konumlarını oluştururken, aşırı uçlardan birine Türk resmi tarih tezini, diğerine de Ermeni propagandasını koyuyor. İki yazı da aşırı uçları eleştirip, Ortadan bakışın işaret ettiği barış ve uzlaşma yollarını gösteriyor. Köklü ve Hürün ortak temel eleştirilerini kısaca sıralarsak: aşırı uçlar tarihsel gerçeklik adına geçmişi manipüle edip bugün üzerinde yapay gerginlikler yaratıyor, top yekun bir milleti geçmişe, önyargılara hapsediyor ve bütün meseleyi resmi düzeyde soykırım olmuştur, olmamıştır tartışmasına indirgiyor. Bu açmazdan kurtulmak için önerilen yol ise artık geçmişle uğraşmayı bir kenara bırakıp bugüne ve geleceğe bakmak.
Ancak liberal duruşun sorunu tanımlama biçimi ve önerdiği çözüm, özellikle Türkiye koşullarında, barışçıl ve adil olmaktan uzaktır. Çünkü tarihsellik ve toplumsallıkla ilgili dayandığı varsayımlar problemlidir. Liberal duruş hem tarihselliği, hem de toplumsal yargı ve algılayışları, aşırı uçların iradi kontrolü altındaki önyargılardan ibaret görür. Bir başka deyişle bütün meseleyi basit bir tartışma platformuna, tartışan tarafların bilinç ve irade problemine indirger. Oysa geçmişe ilişkin bilgi, bilincin kendi otonom dünyasında üretilen ve iradeyle kontrol edilebilen bilgi olmaktan ziyade kurumsallaşmış söylemsel pratiklerle yeniden üretilip süreklilik ve toplumsallık kazanan, toplumsal davranışlarımıza ve ilişkilerimize şekil veren bilgidir.
Örneğin, Türk ulusal kimliğinin oluşumunu ele alalım. Her modern ulus kimliği gibi Türklük de kendini tarihsellik üzerine kurar. Yani geçmişini kurgulayış biçimi kendini nasıl görüp yaşadığını ve Türk olmayanı nasıl algılayıp, onunla ne tür bir ilişki kurduğunu etkiler.
Türk ulusal tarihi yazımında en önemli referans noktası hiç şüphesiz Kurtuluş Savaşı olarak bildiğimiz dönemdir. Bu savaş, Türk ulusunun yeniden doğduğu en saf, en kutsal, en dokunulmaz anı simgeler. Oysa hiç bir savaşın ve hiç bir ulus devlet inşa sürecinin saf, kutsal olamayacağı, zaferlerini birilerinin acılarına karşı kazandığı aşikardır. Türkiye gibi imparatorluğun çok etnik yapılı mirası üzerine tek bir etnisite temeline dayalı ulus anlayışını dayatmanın diğer etnik gruplar için bedeli ağır olmuştur. Sadece 19. yüzyıl sonundan cumhuriyetin ilk yıllarına Anadolunun etnik kompozisyonundaki dramatik değişikliğe bakmak bile ulus devlet inşa sürecinde bu topraklarda yaşanan acının boyutları hakkında yeterince fikir verir. Bu dramatik değişikliğin bir parçası da Ermenilerin kitlesel olarak yaşadığı trajedidir. Her ne kadar bugünden bakışla çetecilik, isyan, Ruslarla işbirliği gibi gerekçelerle meşrulaştırılmaya çalışılsa da, bu sayılan gerekçelerle hiç bir ilgisi olmayan yüz binlerce Ermeni sırf Ermeni oldukları için öldürülmüş ya da göçe zorlanmıştır.
Cumhuriyetten günümüze hakim ulusal tarih yazımı, ne yazık ki Türk ulusunun varlığını ve onurunu bu acıların inkarı, acı sahiplerinin düşmanlaştırılması ve ait oldukları topraklardan yabancılaştırılması üzerine tanımlamıştır. Yüzlerce yıl üzerinde müşterek olarak oturulan toprak ezelden ebede mutlak ve saf Türk olarak tasavvur edilmiştir. Ermeniler ve diğer gayrimüslimlerin bu toprakların gerçek sahibi olmadıkları, imparatorluk zamanında da Türk hoşgörüsüyle Türk toprağında yaşamalarına izin verildiği, onların ise bu hoşgörüye hainlikle cevap verdiği öne sürülmüştür.
Burada gözden kaçırılmaması gereken nokta, hakim ulusal tarih anlatısının kitabi bilgi olmaktan öte cumhuriyet sonrası nesillerin içinde sosyalleştikleri ve toplumsal pratikleriyle yeniden ürettikleri bilgi olmasıdır. Bu süreçten geçen sokaktaki vatandaş, önceki paragrafta bahsettiğim fantezi savları doğal birer gerçek gibi sorgulamadan kabul eder, ait olduğu ulusu ve diğerlerini de bu savlar temelinde aynı doğallıkla algılar ve yaşar.
Ancak bu fantezi doğallıkta ısrarcı olmanın hastalıklı bir benlik anlayışı yaratması kaçınılmazdır. Çünkü illa ki bir yerlerden bir şekilde diğerlerinin bu coğrafya ve geçmiş üzerindeki izleri hatırlatılır. Bu ninelerimizden dinlediğimiz hikayelerle olabilir, diğerlerinden kalan kültürel eserlerle olabilir, ya da az sayıda da olsa T.C. vatandaşı gayrimüslimlerin bizzat varlıklarıyla olabilir. Ne yazık ki bugüne kadar bu hatırlatmalar paranoid bir şekilde ulusal varlığa ve onura karşı tehdit olarak algılanmış, artan bir sertlikle reddedilmiştir. Bu nedenledir ki bugün T.C. vatandaşı Ermeniler, bu topraklarla ilgisi olmayan, Anadoluya dışardan yerleştirilmiş tehdit unsuru yabancılar olarak algılanır, potansiyel düşman ve hain olarak görülür.
Yazımın eleştiri konusu olan liberal duruşa dönersek, öncelikle mesele, liberal aydının kendisini ortasına yerleştirebileceği simetrik, zıt iki ucu olan bir mesele değildir. Aksine oldukça eşitsiz bir durum söz konusudur. Taraflardan biri müşterek topraklardan hemen hemen tamamen silinmiş, diaspora olarak dünyanın dört bir yanına dağılmıştır. Diğer tarafı temsil ettiğini öne sürenler ise bu toprak üzerine müşterekliğin inkarı temelinde sadece kendi tarafları adına bir devlet kurmuştur. Eşitsizliğin bir ayağı budur. Diğer ayağı da bugün Türkiye Ermenilerinin içinde bulunduğu sürekli travma halidir.
Geçmişi bir kenara bırakma meselesine gelince, bu özellikle T.C. vatandaşı Ermeniler açısından pek mümkün değildir. Çünkü onlar sorunun mağdurluğunu tarihsellik ve toplumsallık içerisinde sürekli olarak yaşarlar. İsteseler de geçmiş yakalarını bırakmaz. İsteseler de Ermeni dölü olmaktan kurtulamazlar.
Sorunu ve eleştirel konumumuzu bu şekilde tanımladıktan sonra elbette varlığını Türk düşmanlığı temelinde kuranları da -bunu Hürün yaptığı gibi bütün diaspora Ermenilerine mal etmeden-, meseleyi salt hukuksal bir terime indirgeyenleri de eleştirmemiz gerekir. Ancak adil ve kalıcı bir çözüm, öncelikle içinden konuştuğumuz Efendi konumunu, yaşadığımız ulus devletin varsayımlarını sorgulamayı gerektirir. Gelecek adına geçmişi bir kenara bırakmaktan ziyade bugünde yaşayan geçmişle yeniden yüzleşmeyi, Ermenilerin bu topraklarla olan bağlarını kabullenmeyi gerektirir. Ermeni dostlarımız karşısında sessiz kalmak yerine ninelerinin, dedelerinin hikayelerini dinleyip, acılarını paylaşmayı gerektirir. (CD/EK)