*Diyarbakır'da kardeşi Mustafa Aslan'ın "öldürdüğü" Melek Aslan cinayetinde azmettirici olan Orhan Vatansever'in, Melek Aslan'a 10 bin Euro olan alacağına karşılık 100 bin liralık senet imzalattığı ortaya çıktı. Melek'ten geriye bu fotoğraf kaldı.
bianet erkek şiddeti çetelesine göre 2020'de Diyarbakır'da erkekler kamusal alanlarda ve ev içinde en az sekiz kadını öldürdü. Diyarbakır'da kadınların haklarını savunan hak odaklı örgütlerin sayısı oldukça fazlaydı. Belediyeler bu alanda özel hizmet veriyor kadınları korumaya alıyordu. Ancak, kayyım atamaları ile birlikte büyükşehir ve ilçe belediyelerdeki bu brimlerin büüyk kısmı kapatıldı. nufusu.com'un 2019 verilerine göre Diyarbakır'ın nüfusu 1.756.353. Bu nüfus, 886.190 erkek ve 870.163 kadından oluşuyor. Yüzde olarak ise: yüzde 50,46 erkek, yüzde 49,54 kadın.
Erkekler 2020'de en az 284 kadını öldürdü
Erkek şiddetinin 2020 videosu ve grafiği
"Pandemi kürtaj yapmamanın bahanesi oldu"
2020'nin değiştirmediği tek şey: Erkek şiddeti
***
Kadın mezarlığına dönmüş bir ülkeden bahsediyor ve her gün erkek şiddetiyle katledilmiş kadınların cenazelerini kaldırdığımız süreçlerden geçiyoruz.
Kadına şiddet hız kesmiyor, kadın cinayetleri önlenemiyor, bugün birçok farklı şehirden yine kadın cinayeti ve şiddet haberleri geldi. Yine, yine, yine…
Uzun süredir ana akım medyada üstelik istisnasız her gün, bu cümlelerle başlayan haberler yer alıyor. Ardından değişik yöntemlerle işlenmiş değişik kentlerden öldürme, öldürmeye teşebbüs, yaralama, cinsel saldırı gibi şiddet suçu haberleri sıralanıyor.
Yaşadıkları şehirler, statüleri, meslekleri, isimleri, yaşamları farklı yüzlerce, binlerce kadın…. Rukiye, Hülya, Canan, Selma, Gülnur, Sevilay, Fatemeh , Fatma, Selda, Güllü, Bahriye, Melike, Muhterem, Nurcan, Vildan, Melek, Remziye, Merve, Müzeyyen ve binlercesi..
Kadın cinayetleri diye başlardı cümleler eskiden. Şimdi “artan kadın cinayeti” diye başlıyor. Fazlalaşmak, eskisinden daha çok olmak, çoğalmak anlamına gelen artmak kelimesi, her güne birkaç kadın cinayetinin düştüğü ülkede artık söylenmezse ifadesi eksik kalan vahim duruma denk düşüyor.
Eskisinden daha çok olmak… Kadın cinayetlerinin sayısını, sürekli çoğalmasını ifade eden bu anlam, durumun vahametinin en önemli işareti ve ayrıntısı.
Diyarbakır’da erkek şiddeti
Kadın cinayetleri şiddetin vücut bulmuş en vahim hali iken fiziksel, psikolojik, ekonomik ve her türden şiddetin, yaralama, cinsel saldırı, aşağılanma, Sosyallikten ekonomiden siyasetten ve bir bütün yaşamdan koparılma şeklinde yaşanan hali ise kanayan yaramız olarak bir köşede duruyor.
Diyarbakır özelinde dahi verilere bakıldığında şiddetin hangi boyutlara ulaştığını ve sürekli bir artış gösterdiğini söylemek mümkün.
Diyarbakır Şiddetle Mücadele Ağı ve bianet erkek şiddeti çetelesi verilerine göre 1 Temmuz 2019-10 Aralık 2019 tarihleri arasında Diyarbakır ve ilçelerinden 838 kadın şiddete maruz kaldığı için başvuru yaptı. 10 Aralık 2019-21 Ekim 2020 tarihleri arasında 1841 kadın şiddet mağduru olup destek arayışındaydı. Kadınlar artan erkek şiddetine karşı yardım talebinde bulundu ancak talepleri sonuçsuz kaldı. Devlet, bir kez daha kadınları koruyamadı.
Bir yıl içerisinde sadece Diyarbakır’da erkekler en az 8-11 kadını öldürdü. Erkek şiddetinden 3 kadın yaralı kurtuldu, 15 kadın şüpheli şekilde hayatını kaybetti.
Türkiye’nin 81 ilinden sadece birinde, Diyarbakır’ da verilerde görülen artış, büyük resmin küçük bir parçası iken, hiçbir inkâra yer vermeyecek şekilde sayılar her şeyi anlatmıyor mu?
Hemen her şehre denk gelen şiddeti önleme ve izleme merkezi (ŞÖNİM) ve sığınma evlerine, her gün onlarca kez aldırılan koruma kararlarına rağmen önlenemeyen kocaman bir şiddet dünyasındayız.
Ve hayatta kalma savaşı verirken erittiğimiz ömürlerimizin yasındayız. Şiddetin gelebileceği en ağır nokta yaşam hakkının ihlali iken haberlere düşen yıllık, aylık, günlük istatistiklerle normalleştirmeye başladığımız her bir cinayet aslında her biri erkek şiddetiyle son bulmuş kadınların öyküsünü, öykülerimizi anlatıyor. Ataerkilliğin hüküm sürmeye başladığı ilk andan itibaren kaderleri yazılmış kadınları, hepimizi…
Failler cezasız bırakılıyor
Kadın cinayeti demek ne sayıyı karşılıyor artık ne de şiddetin beslendiği ana kaynakları ifade etmeye yetiyor.
Bir cinsiyetin diğer cinsiyet üzerindeki tahakkümü ile birer birer katledilmemiz olarak yaşadığımız bu sürece cins kırımı desek kim bize haksızsınız diyebilir ki?
Ne Diyarbakır ne Edirne ne Yozgat ne Ordu ne Ağrı hiçbir şehir yoktur ki toprağına kanımız akmasın.
Bir yandan da erkek söyleminde sıkça karşılaşır olduk “üç beş yıl yatar çıkarım” ları. Peki bu erkekler bu cesareti nereden alıyor?
Cezasızlık politikası, etkisiz yargı ve işe yaramayan koruma kararları, hassasiyetten uzak kolluk pratikleri, medyanın teşvik edici dili, eğitim müfredatındaki cinsiyetçi içerikler ve tabi en önemlisi şiddetle mücadeleye gerek görmeyen hükümet yaklaşımları ve politikaları.. Şiddeti pekiştiren binlerce faktör devredeyken hangi birini uygulasanız başa çıkılamaz bir kaosu yaşıyoruz.
Bütünlüklü politikaların tek çözüm olarak devreye girmesi gerekirken bir yandan da kamusal alana çıkma ve toplumsal yaşama katılma mücadelemizin karşısına ise çözüm olarak evlilik okullarını, kadın üniversitelerini, pembe otobüsleri getirmek daha bir körüklüyor yangını.
Faili ödüllendirmek ve sırtını sıvazlamak potansiyel failleri teşvik eder şekilde yaşanıyor. Şiddetin temel kaynağının toplumsal cinsiyet eşitsizliği olduğu dünya otoriteleri tarafından kabul görmüş ve uluslar arası sözleşmeler dahi bu eşitsizliğin giderilmesi üzerinden yazılmışken mevcut yasal düzenlemeyi dahi geri çekmekle tehdit eden politikacı erkekleri dinliyoruz her gün.
Neden mi önlemiyorlar?
Çünkü en çok kadın olarak güçlenmemizden, özgürleşmemizden korkuyorlar. Çünkü erkeklik kendini başka türlü var edemiyor.
Eril zihniyetin kurumsallaştığı devlet iktidarları ve erkek tahakkümünün şiddet ve katliam ile bastırmaktan başka yöntemi olmuyor, olamıyor. Hedeftekinin hangimiz olduğunun ise hiçbir önemi yok.
Kimi zaman evli olduğumuz erkek tarafından katledilen, kimi zaman hakları için mücadele edip siyasi iktidarlar tarafından katledilen bir kadın oluyoruz. Kim olduğumuz, nasıl giyindiğimiz, ne iş yaptığımız, dilimiz, dinimiz, ırkımız, yaşam biçimimiz fark etmeksizin eril sistemin hedefi oluyoruz. Cins kırım demiştik, ne de doğru söylemişiz.
Tek başına kadın cinayetleri değil kadına şiddet politiktir derken, erkekliğin en sistematik ve vahşi şekilde, şiddetin ve katliamın bir politika olarak bin yıllardır uygulanışından bahsediyoruz. Bu hayati tespiti ve kabulü yapmadan ise döktüğümüz hiçbir su yangını söndürmeye yetmiyor.
Özgürlük bilinci açığa çıkmış her bir kadının tehlike olarak görülmesi ise kadın mücadelesinden korkulmasının en yoğun duygu hali.
Peki biz kadınlar ne yapacağız?
Bin yıllardır payımıza düşen katledilme, yok edilme, kimliksizleştirilme, metalaştırılmaya karşı direnişi ve özgürlüğü yaratabilecek miyiz? Başka şansımız yok sanırım. Ya öldürme ya öldürülme kıskacında öz savunmayı yaratmaktan, cins kırımına karşı örgütlü mücadeleyi ve dayanışmayı sağlamaktan başka yok bir kurtuluşumuz.
Kadın kadının kurdudur denilerek kurtlaştırıldığımız hemcinsimize karşı kadın kadının yurdudur diyerek cins bilincimizi geliştirmek ve politikleşmek temel direniş kalelerimiz. Savaş değil özünde mücadeledir; eşitsizliğe, bedenimizle, emeğimizle ve fikrimizle sömürülmeye karşı bizi yaşamda tutan. Gündelik yaşamın her saniyesinde geliştirdiğimiz öz savunmamızdır bizi hayatta kılan.
Binlerce yıldır kırımdan geçirilen biz kadınların cephesinde bir taraf şiddete ve katliama düşerken diğer taraf eşitlik ve özgürlük mücadelesine denk geliyor.
Kadınlar olarak isyan ediyoruz ve kadın direnişinin zafer çığlıkları yayılıyor tüm dünyaya. Dünyanın her yerinde kadınlar direnişçi tanrıçalara selama dururken milyonlarca kadın binyılların öfkesi ile isyanın ve devrimin dansına katılıyor. (ETİ/EMK)