Türkiye’nin başbakanı Recep Tayyip Erdoğan her zaman duygusal ve duygularını kamu önünde saklamayan bir lider olageldi. Haziran 2013’e kadar ışıl ışıl parlayan karizmasında bu özelliğinin çok büyük katkısı vardı.
Yıllar önce siyaset hayatına girdiğinde yasaklı olmasının sebebi, duygu dolu okuduğu bir şiirdi ve yaşadığı bu mağduriyetle halkta “şefkat” duyguları uyandırmayı bilmişti. Erdoğan uzun liderlik macerasında halkla kurduğu bu “duygusal” bağı önemsedi ve korudu. Ülkeyi demokratikleştirme mücadelesinin ne kadar sancılı geçtiğini halk onun yüzünden okuyabildi, çünkü kameralar karşısında ne kadar uğraşsa duygularını saklayamıyordu.
O, yıllarca Batı tarafından “aşağı” görülen ülkesinin, Batı ekonomik krizle boğuşurken, ekonomik başarıyla “saygı” görmesini sağlarken elbette halkın da ona duyduğu saygı artıyordu.
2009 Davos zirvesindeki ünlü “one minute” çıkışı, öfkesini tüm dünyaya ilan etmesi, ona duyulan bu saygının ülke sınırlarını aşarak Ortadoğu’ya genişlemesini sağlamıştı. Üçüncü seçim zaferinden sonra yaptığı, ülkenin tüm kesimlerini kucaklayan ünlü balkon konuşması, halkına duyduğu şefkatin tezahürüydü.
Halkta uyandırdığı hayranlık duygusu, askeri vesayetin sona erdirilmesi, Kürt barışı gibi çetin mücadeleler içeren yolculuğunda ona hep eşlik etti, destek oldu. O bu ülkeye “aşık”tı, halka hizmet için vardı, kameralar önünde gözyaşı dökmekten utanmaz, haksızlık söz konusuysa öfkesine gem vurmazdı.
Bir bireyin “duygusal” olması, bir başka deyişle duygularını saklamaması, bir lider söz konusu olsa dahi doğal karşılanabilir. Oysa, son yıllarda sosyal bilimlere “gender”, yani toplumsal cinsiyet teorisinden sonraki en önemli katkı olan “affect” yani “duygulanım” teorisine göre duygular sadece bireylere özgü değildir.
“Gender” teorisi tarafından yıkılana kadar egemen olan, liberal toplumun özel ve kamusal iki farklı alandan oluştuğu mitinin uzantısı, duyguların özel alana, yani bireye ait olduğu, kamusal alanda duygulara yer olmadığıdır.
“Affect” teorisi bu mitin uzantısını yıkarak toplumların da duyguları olduğunu, bu duyguların Sara Ahmed’in deyimiyle “politik aktivite” olarak incelenebileceğini gösterir; buna göre duyguları “kimin hissettiğine, kimin kim adına hissettiğine, kimin duyduğuna veya nasıl görmezden geldiğine” bakarak inceleyebiliriz.
Bunu yaptığımızda sadece Erdoğan’ın duygusal bir lider olması değil, onun şahsında yoğunlaşan bir tepki olarak, Türkiye tarihinin en sıradışı sosyal hareketi Gezi direnişi de çarpıcı tespitlere imkan verir; dahası bugünlerde Erdoğan ve AK partinin Suriye’ye savaş açmak konusundaki heves ve arzularını anlamamıza yardımcı olabilir.
Örneğin Erdoğan duygusal olmayı bir siyasi avantaj olarak kullanmaktan kaçınmamış, fakat politik adımlarının halkın üzerinde yarattığı duyguları görmezden gelmiştir. Yükselen tüm itirazlara kulak tıkayarak “dindar nesiller yetiştireceğiz” diyerek apar topar 4+4+4 eğitim sistemini uygulamaya koyması, kürtaj yasasını yasaklama yönünde değiştirmek istemesi, her fırsatta “üç çocuk isterim” diye öğüt vermesi, basın ve yargı üzerinde adım adım tahakküm kurması, askeri vesayeti zayıflatırken polisi aşırı güçlendirmesi, Anadolu’nun dört bir yanında onlarca HES ve birkaç nükleer santral kurmaya girişmesi, alkol kullanımını kısıtlaması, genç sevgililerin vapurda “kucak kucağa” oturmasından rahatsız olması toplumun çok farklı kesimlerine güçlü bir öfke yarattı.
Erdoğan sadece öfke yaratmakla kalmadı, bazı duyguları görmezden gelerek deyim yerindeyse nefret uyandırdı. Kürt barışı dilinden düşmezken Uludere katliamının sorumluluğunu dahi üstlenemedi, Uludere’nin, Reyhanlı patlamasının, cumartesi annelerinin veya Sivas katliamı sanıklarının zamanaşımıyla serbest kalmasıyla yaralanan Alevilerin acısını zerre hissetmedi.
Uğradıkları ayrımcılık her gün artan eşcinsellerin sesini, her gün birkaç tanesi öldürülen, tecavüze uğrayan kadınların, çocukların, travestilerin ah’ını duymadı. Atatürk ve İnönü’ye “iki ayyaş” derken ülkede milyonlarca insanın onlara duyduğu sevgiyi, Beyoğlu’ndaki tarihi Emek Sineması AVM yapılmak için yıkılırken binlerce sinemaseverin o mekanla kurduğu gönül bağını, uğruna binlerce ağacın (planı yanlış yapıldığı için) boşuna kesildiği üçüncü köprüye adını verdiği Yavuz Sultan Selim’in Aleviler için çağrıştırdığı kederi umursamadı.
Sonra 27 Mayıs 2013’te, gece saat 11 civarlarında Taksim Gezi Parkı’na giren birkaç iş makinesi yeni bir AVM için ağaçları yıkmaya kalkınca, bir avuç insanın tuttuğu nöbet bir kıvılcımı ateşledi.
Erdoğan’ın edimlerinin üzerlerinde yarattığı etkiyi duymadığı, önemsemediği, hatta küçümsediği, Barbara Rosenwein’ın “duygusal topluluklar” olarak tanımladığı, yani “duygulara ve onların ifadelerine benzer değerler yükleyen sosyal gruplar”ın birleşmesiyle cumhuriyet tarihinin en büyük kitlesel direnişi başladı. Ulrike Meinhoff’un deyimiyle “üzgün olmaktansa öfkeli olmayı tercih ederim” diyen, kadın, erkek, çocuk, eşcinsel, laik, dindar, futbol takımı taraftarları dahil birçok kesimden, farklı kimlikten binlerce insan, polis şiddetine, aşırı gaz kullanımına meydan okuyarak, korku sınırını daha ilk günlerde terk edip dayanışma içinde cesaret etrafında birleşti.
Yukarıda saydığım birçok adıma ek olarak İstanbul’un ve ülkedeki diğer şehirlerin kamusal alanlarının özelleştirilmesine karşı çıkan, Taksim’in kamusal hafızasıyla ülkenin kalbinin attığı meydan olduğunu ispat eden Gezi direnişi, “bu daha başlangıç, mücadeleye devam” sloganını haklı çıkarırcasına farklı mecralarda hala devam ediyor.
Bu açıdan baktığımızda Rosenwein’ın işaret ettiği, “duyguların performansı”nı izlediğimiz söylenebilir. Rosenwein bunu anlamanın sosyal tarihin önemli bir parçası olduğunu belirtir ve ekler: “duygusal toplulukları yöneten duygu sistemlerini, onları birleştiren duygusal bağları, değer verdikleri, önemsemedikleri, beklenti içinde oldukları, yüreklendirdikleri, tolere ettikleri veya acı hissettikleri duyguları, bu duyguların topluluk içinde yarattığı sosyalliği ve hassasiyeti anlamak çok önemlidir”.
Erdoğan için bu tespitin önemini kavramak çok uzak görünüyor. Zira Gezi direnişinden sonra onun siyasi kararlarını şekillendiren temel duygunun “korku” olduğu kuşku götürmüyor. Sadece Erdoğan değil, AKP’li birçok bakan da Suriye veya Mısır’daki insan hakları ihlalleri konusundaki hassasiyeti kendi ülkesinden esirgiyor.
Erdoğan korkuyor ve korktuğu şeyi, gözdağı verip korkutarak yenebileceğini düşünüyor. Korkuyu politik bir araç olarak kullanıyor; Gezi direnişi sırasında öfke ile dirilttiği ve derinleştirdiği “biz” ve “onlar” ayrımında birinin diğerine “nefret” duyması için elinden geleni yaptı.
Elbette Mursi’nin başına gelenleri gördükçe korkusu arttı; askeri bir darbe tehdidi artık Türkiye’de söz konusu olmasa da Gezi direnişini “sivil darbe” tanımına sığdırmaya çalışarak en derin korkularının kaynağını da ele verdi; tıpkı Gezi direnişi etrafında sürdürülen “cadı avı”nın, korkusunun vardığı boyutları ele verdiği gibi…
Erdoğan artık hayli uzaklaşan başkanlık hayali, paramparça olmuş karizması ile yaklaşan yerel seçimler öncesinde telaşını saklayamıyor. Onun korkusunun gölgesindeki iktidar partisi, Türkiye’yi dünyanın gözünde giderek daha traji-komik bir duruma sürüklüyor.
Erdoğan Suriye’ye savaş açarak korktuğunun (iktidarı kaybetmek!) başına gelmesini engelleyebileceğini sanıyor. Fakat savaşa korkuyla giren, baştan kaybetmiştir çünkü savaşlar korku değil, cesaret ile kazanılır. İnanmıyorsa Gezi’ye baksın ve onu Haziran 2013 öncesindeki “büyük lider” haline getiren cesaretini hatırlasın. (AGB/YY)