Tayyip Erdoğan'ın geçen hafta gerçekleştirdiği Berlin ziyareti Alman basınında çeşitli yönleriyle geniş yer buldu. Öne çıkan konular arasında yeni Büyükelçilik binası, Erdoğan'ın açılışta ve diğer etkinliklerde yaptığı konuşmalar ve kendisini hedef alan protestolar vardı.
Erdoğan'ın ziyaretinin amacı yapımı tamamlanan yeni Büyükelçilik binasının açılışıydı. Osmanlı döneminden kalan dört bin metrekarelik arsa, etrafındaki arsaların da alınmasıyla 10 bin metrekareye çıkarılmış ve yaklaşık iki senelik bir yapım süresi ve 30 milyon Euroluk maliyetle görkemli bir Büyükelçilik binası inşa edilmişti. Türkiye'nin Berlin'deki yeni Büyükelçilik binası, Türkiye'nin yurtdışındaki en büyük temsilciliği olma unvanına da sahip.
Bu ölçüde bir binanın inşasının Almanya'da yaşayan Türk vatandaşı sayısıyla doğru orantılı olduğu kolaylıkla iddia edilebilir fakat bu girişimin sembolik niteliklerini gözardı etmek imkansız gibi görünüyor. Tarih boyunca hükümdarların ihtişamlarını ve üstünlüklerini yansıtması için görkemli mimari yapılara yatırım yapmaları gibi AKP hükümeti de Avrupa'nın (ve Avrupa Birliği'nin) merkezi sayılabilecek Berlin'de yaptırdığı bu yeni Büyükelçilik binası ile Berlin üzerinden Avrupa'ya Türkiye'nin gücü ve zenginliğiyle ilgili mesajlar veriyor diyebiliriz.
Erdoğan'ın konuşması da bu tezi doğrular nitelikte.
Erdoğan, Türkiye'nin başarılarını özetledikten sonra, Türkiye Cumhuriyeti'nin 100. Kuruluş yıldönümü olan 2023 yılına kadar Türkiye'nin uluslararası ekonomik ve siyasi güç olma arzusunu yineleyerek, bu tarihe kadar AB üyesi olması gerektiğini de dile getirdi ve bir anlamda AB'ye ültimatom verdi. Bu ültimatomun Almanya'da çok iyi yankı bulduğu söylenemez.
Alman basını genel olarak Türkiye'nin şu an AB gündemi içerisinde çok az yer tuttuğunu ve Türkiye için de bu durumun geçerli olduğunu düşünüyor. Her iki tarafta da üyelik konusunda isteksizlik hakimken, Türkiye'nin henüz bahsettiği ölçüde bölgesel bir gücü olmadığı ve bunun Suriye sorunuyla iyice ortaya çıktığı da sıkça vurgulanan konulardan biri. Bahsedilen diğer bir konu da, Türkiye gerçekten öne sürdüğü ölçüde önemli ekonomik ve siyasi güç olsa bile AB üyesi olabilmesi için demokratik reformlarını tamamlaması gerektiği.
Bu eleştiriler büyük ölçüde gerçeği yansıtıyor. Türkiye'nin Orta Doğu politikası şu sıralar pek çok övünebileceği bir konu değil. Komşularla sıfır sorun politikası, özellikle Arap Baharı ile birlikte çıkmaza girdi.
Şu an için müzakere sürecini tıkayan konu Kıbrıs olarak gözükse de asıl sorunun Kürt Sorunu ve sorunun çözümü için gerekenleri yapma konusundaki siyasi ve toplumsal isteksizlik olduğu açık. Sadece Türkiye değil AB tarafı da sorunlarla boğuşuyor. Ekonomik krizin bunalttığı AB'de sadece eurozone değil, Birlik'in geleceği de dahil olmak üzere birçok konu tartışılıyor. Böylesi bir ortamda 2013 yazı için tam üyelik sözü verilen Hırvatistan'ın bile durumunun kesin olmadığını söyleyebiliriz.
Erdoğan'ın bu olumsuzlukların farkında olmadığını düşünmek de mantıklı bir düşünce değil tabi ki.
Şu an müzakerelerin önündeki en büyük teknik engel olan Kıbrıs Sorunu, yarın mucizevi bir şekilde çözülse bile tamamen kendi sorunlarına gömülmüş bir AB'nin Türkiye'nin üyelik süreciyle ilgilenmesinin pek mümkün olmadığını o da biliyor. Muhtemelen bu nedenle, ne bu ne de başka bir hükümet tarafından, AB kendini toparlayana kadar Kıbrıs veya diğer hassas konularla ilgili herhangi bir somut adım atılmayacaktır. Fakat AB'nin kendini bir şekilde toparlayacağı da başka bir gerçek.
Tarihi boyunca her türlü krizi daha fazla entegrasyonla atlatan AB, bu sefer de, belki daha fazla entegrasyonla belki de bazı üyelerinin desteğini tam olarak bu nedenle kaybederek, yoluna bir şekilde devam edecek ve bu gerçekleştiği zaman Türkiye'nin artık müzakereler konusunda adım atması gerekecektir. Sorun şu ki müzakereler başarıyla tamamlansa bile Türkiye'nin Avrupa Parlamentosu ve 27 üye ülkenin onayına ihtiyacı olacak.
Tam üyelik dışında, Türkiye'nin elde etmeye çalıştığı vize kolaylığı gibi diğer ayrıcalıklar için de bu ülkelerin onayına ihtiyacı var. Bu onayı almanın bir yolu da yıllardır insan hakları ihlalleri ile Avrupa'nın gündemine gelen Türkiye'nin imajını düzeltmekten geçiyor.
Fakat anlaşılan o ki imaj düzeltme çabası, insan hakları ihlallerini gidererek değil, dış politika ve ekonomi gibi daha reel-politik konulara vurgu yapılarak ilerleyecek.
Erdoğan'ın 2023 vizyonunun gerçekçi olup olmadığı tartışılır fakat Erdoğan'ın konuşmasının geri kalanına da baktığımızda, tıpkı Berlin'deki Büyükelçilik binası gibi, konuşma boyunca Türkiye'nin büyüklüğü ve gücüyle ilgili mesajlar verdiğini ve bir anlamda söylemsel düzeyde AB'yi yeni ve daha güçlü bir Türkiye imajına hazırladığını söyleyebiliriz. Amaç, artık eskiyen kültürel temelli "Doğu-Batı arasındaki köprü" söyleminden, güç temelli bir "Turkish grandeur" söylemi yaratarak Avrupa'yı Türkiye olmadan ekonomik ve siyasi olarak ilerleyemeyeceğine inandırmak gibi görünüyor. Bu da demek oluyor ki önümüzdeki yıllarda sadece Türkiye'de değil, Avrupa'da da bu tür güç gösterilerini epeyce göreceğiz. Bakalım Erdoğan, Avrupalı seçmenleri ikna etmekte Türk seçmenleri ikna ettiği gibi başarılı olabilecek mi?
* Pınar Sayan, Marmara Üniversitesi, AB Siyaseti ve Uluslararası İlişkiler Bölümünde doktora öğrencisi. Doktora araştırmasını Berlin Freie
Üniversitesi'nde sürdürüyor.