"Hepimiz bir engelli adayıyız!"
"Engelli kardeşlerimizi seviyoruz!"
"Onların tek ihtiyacı sevgi!"
Engelli kelimesinin geçtiği her mecrada gündeme gelen ilk cümleler bunlar. Toplumun engelliliği aslında nasıl gördüğünün, engelliyi zihninde nereye yerleştirdiğinin rafine edilmiş, billurlaşmış ifadesi bir bakıma!
İlk okumada her ne kadar masum, hatta pozitif bir anlam yüklü olduğu düşünülse de aslında kelimeler arasında duraklayarak, düşünerek ve yorumlayarak yol aldığımızda bu üç cümlenin hiç de göründüğü kadar olumlu anlam içermediğini görmek zor değil.
Zira engelli bireyler rampa bulunmayan bir kaldırımın başında takılıp kaldığında, bir toplu taşıma aracına binemediğinde, anne ve babasının sırtında okula götürülürken ya da iş bulamadığı için mağduriyet yaşarken çekilen her görüntünün altına yapıştırılan cümleler bunlar.
Sarf edilen bu cümleler engelsiz bireyler (topluluğunun), engelli bireyler (topluluğu ile) bir ebeveynlik ilişkisi kurduğunu gösteriyor. Zira toplumun gözünde engellilik, insanı bağımlı ve muhtaç kılan bir hal, bir hastalık ve katlanılması imkansız bir trajedidir.
Sadece bu kadar mıdır? Bu ebeveynlik ilişkisi aynı zamanda engelliyi kategorik olarak daha aşağıda, daha zayıf gören bir yaklaşım da üretmektedir. Böyle olduğu içindir ki, sokaktaki vatandaştan, devletin en üst makamlarındaki idarecilere kadar toplum genelinde ebeveyn olarak engelliye merhamet etmek, onu korumak, kollamak, hatta onun adına en doğruyu bilmek şeklinde bir anlayış hakimdir.
Bu noktada toplumun, engelli sorunlarına bir haklar sorunu olarak bakmak yerine "yazık bu engellilere, ne olur duyarlı olalım, olmazsak Allah birgün bizi de engelli haline getirebilir, onları sevelim, onların sevgiye ihtiyacı var" minvalinde bir anlayışıyla yaklaşmak, sorgulanması gereken bir durumdur.
Zira artık evrensel hukuk ilkeleri, herkese tanınan bir haktan, bir sosyal grubun (engellilik, cinsiyet, din, dil ırk vb sebepler) yararlanamaması halini, ayrımcılık olarak tanımlıyor. Bu bağlamda, şayet herkes toplu taşıma araçlarında kimseden yardım almaksızın binebiliyorken, bir engelli binemiyorsa engelli birey aleyhine bir ayrımcılık doğmuş oluyor. Ya da herkes eğitim hizmetinden yararlanıyorken, bir engelli eşit ve sağlıklı koşullarda eğitim hayatını sürdüremiyorsa burada engelliliğe dayalı bir ayrımcılığa maruz kalmış demektir.
Özellikle son 10 yıldır yapılan yasal düzenlemeler ve Türkiye'nin taraf olduğu Birleşmiş Milletler (BM) Engelli Kişilerin Hakları Sözleşmesi'de sorunu bu şekilde ele alıyor.
Nitekim 5378 Sayılı Engelliler Hakkında Kanun'un 3. maddesinde engelliliğe dayalı ayrımcılık "Siyasi, ekonomik, sosyal, kültürel, medeni veya başka herhangi bir alanda insan hak ve temel özgürlüklerinin tam ve diğerleri ile eşit koşullar altında kullanılması veya bunlardan yararlanılması önünde engelliliğe dayalı olarak gerçekleştirilen her türlü ayrım, dışlama veya kısıtlama" olarak tanımlanıyor.
Peki kanun bunu diyorken, bugün 1.5 milyon kamu binasının yüzde 99,8'i neden hala engelli bireyler için uygun değil? Neden 285 bin cadde ve sokağın yüzde 81'inde tekerlekli sandalye kullananlar için rampa, yüzde 96'sında görme engelliler için kılavuz uygulaması yok?
Toplumsal Haklar ve Araştırmalar Derneği'nin Sabancı Vakfı desteği ie yürütmüş olduğu Mevzuattan Uygulamaya Egelli Hakları İzleme Raporu-2014'ten alınan veriler sadece bunlarla sınırlı değil. Rapora göre engelli bireylerin haklarından yararlanamama sorunu sadece fiziki engellerle sınırlı kalmıyor.
Bugün halen engelli bireylerin yüzde 41'i okuma yazma dahi bilmiyor. Bırakın eşit koşularda istihdam olanağını, yüzde 3 kotası kapsamında istihdam edilmesi gereken engelli sayısını bile tutturabilmiş değiliz. O kadar ki, devlet dahi istihdam etmesi gereken 60 bin engelli memurun sadece 36 binini istihdam etmiş durumda.
Bütün bu olumsuz tablo, akla 2005 yılında çıkarılan 5378 Sayılı Engelliler Hakkında Kanun başta olmak üzere birçok mevzuatta engellilerin haklarından yararlanması için çıkarılan diğer mevzuatı getiriyor. Çıkarılan bütün mevzuata rağmen, engellilere tanınan haklar günlük yaşamda uygulamaya geçiyor, günlük yaşamda karşılığını bulmuyor.
Bu durumun temelinde yatan sebepleri birkaç başlık altında toplamak mümkün elbette. Buna göre:
-Toplum engelli bireylerin sorunlarını bir hak sorunu olarak görmüyor, engelli bireyi yardım edilmesi gereken, korunup kollanması gereken bir birey olarak görüyor
- Kamu yetkilileri, engellilere sağlanacak hizmetleri bir görev olarak değil, bir lütuf olarak ele alıyor. Hal böyle olunca da, kanunun emrettiğini değil, yetkililerin öncelikleri ve ilgileri oranında engellilere yönelik uygulamalar hayata geçiriyor
- Hal böyle iken, sorunların öznesi olan engelliler ve onlar adına çalışan STK'ların ezici çoğunluğu da, savunuculuk çalışmalarını yeterince yapmıyor. Bunun yerine, yardım temelli faaliyetlere yönelerek toplumda engelli bireyler hakkında oluşan "yardıma muhtaç insan" algısını silmek bir tarafa bu algıyı besleyerek daha da kuvvetlendiriyor.
Peki o halde çözüm nedir?
Çözüm sadece yasaların hayata geçmesinin sağlanmasında. Bunu olması için de hak temelli çalışmalar yapılması gerekiyor. STK'lar savunuculuk odaklı çalışma anlayışını benimseyerek bu yönde çalışmalar yapar, medya engelli bireylerin sorunlarını hak ekseninde ele alırsa, eğitim sistemimiz, farklılıklara saygı anlayışını okullarda çocuklara öğretirse, toplumsal baskı grupları engelli bireylerin haklarının hayata geçmesi için kamu otoritesinin üzerinde bir etki yaratırsa çözüme ulaşmak elbette ki mümkün.
Engelsiz bir Türkiye'ye ulaşmak biraz zaman alacaktır belki ama... yapısal ve kalıcı çözümü hedeflemenin her zaman en iyi ve gerçekçi bir yaklaşım olacağı da su götürmez bir gerçektir. (SA/NV)