"Yüksek yargı"nın 12 Eylül'den bakiye diktatoryal devlet mimarisinden geriye kalanları sürdürmek için yemin etmiş bir bürokratlar topluluğu olduğundan herhangi bir tereddüdünüz vardıysa Hrant Dink'i bilirkişi raporuna karşın "Türklüğü aşağılamak"tan mahkum eden Yargıtay 3. Ceza Dairesi kararını ya da Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu'nun (HSYK) Şemdinli bombalamalarının ucunu Genelkurmay'a bağlayan Savcı Sarıkaya'yı meslekten ihraç kararını hatırlayın. Tereddüdünüzü hemen giderebilirsiniz.
AKP'nin bu statükoya kendisini de dahil etmeye yönelik hamlesinden korunmak için "yüksek yargı"nın kopardığı canhıraş feryatların "adalet"i korumakla bir ilgisi olmadığı açık. Ancak, böyledir diye, onların "hasım"larıyla ilgili sezgilerini hiçe saymamalı. AKP'nin "Anayasa değişikliği" teklifinin "yüksek yargı"yla ilgili maddelerinin de, bu mekanizmayı "adalet"in, "demokrasi"nin, "insan hakları"nın değil, hükümetin hizmetine sokmak istediği, "onların HSYK'si" yerine kendisininkini kurmak istediği bir sır mı?
Tartışmalar sürerken Erdoğan'ın yargıda değişiklik ihtiyacını gerekçelendirişi daha çok sözü gereksiz kılıyor: "Bir Galataport yaşadık, bir Haydarpaşa Port olayı yaşadık. Önümüzü kestiler." Hiçbir mahkeme tarafından kısıtlanmamış sınırsız özelleştirme istiyor Başbakan ve hiçbir yasa tarafından sınırlanmamış bir egemenlik.
Anayasa için hukuk değil siyaset gerek
Bu iki güç arasındaki çatışma halkı yanıltabilir ama bunu gidermek sosyalistlerin görevi: Ne HSYK'nın "yargı siyasallaşıyor" çığlıkları yargı bağımsızlığı adına, ne de AKP'nin" yargının yurttaş iradesini sınırladığı" çığlıkları yurttaş egemenliği için.
Yeni bir hukukun gerçekleşeceği alanın politika olduğuna kuşku yok. Hukuk, politikanın ve sosyal mücadelelerin bir yansımasından, politikanın kansız sürdürülmesi için öngörülmüş düzenlemeler toplamından başka bir şey değil. Her büyük ölçekli hukuksal düzenleme öncesinde daima kanlı ya da kansız sıkı bir mücadele olur. Hukuk mahkemede bitse de mahkemede başlamaz. Devlet iktidarını ele geçirmek, onu muhafaza etmek, sürdürmek için verilen çabalar siyasetin alanında gerçekleşir.
Oysa bu siyasetin, üzerine çıkarak gerçekleştirildiği toplumun büyük çoğunluğuna bu tartışmada "evet" ya da "hayır" demek dışında bir söz hakkı tanınmıyor. Halkın bu tartışmada yeri yok. Bu çatışan iki taraf için de o kadar açık ki, "yüksek yargı"ya yeni düzen getirmek isteyenler de bu düzenlemelere canla başla karşı koyanlar da, demokratik standartlarla asla ilgilenmiyor.
Anayasa tartışması sokağa taşınmalı
Seçme hakkının önüne getirilmiş barajlar; ifade ve örgütlenme özgürlüğü önündeki engeller; sendika kurma, grev ve toplu sözleşme hakkına getirilmiş sınırlamalar; Kürt halkının kendi kimliğini gerçekleştirmesi önündeki zorbaca kısıtlar; sağlıklı bir çevrede yaşama hakkının, barınma hakkının, çalışma hakkının gerçekleşmesinin önündeki sınıfsal engeller tartışmanın taraflarının konusu değil.
Tartışmanın terimlerini değiştirecek, her iki tarafın tezlerinin halkın gözünde anlamsızlaşacağı bir hamle yalnızca siyasetlerini işçi sınıfının ve Kürt halkının hakları üzerine kuran sosyalistlerden ve Kürt Özgürlük hareketinden gelebilir.
"Anayasa" tartışmasını kışladan, devlet dairesinden ve mahkemeden çıkarıp halkın haklarının çiğnendiği yere işyerine, sokağa, okula, mutfağa, taşımak onu gerçek bir tartışma haline sokabilir.
Tartışmanın terimleri ancak "HSYK'yi de istemiyoruz, AKP'nin HSYK'sini de"; "YÖK'ü de istemiyoruz, AKP'nin YÖK'ünü de"; "12 Eylül'ün Partiler ve Seçim Yasasını da, AKP'ninkini de istemiyoruz" diyebileceğimiz bir kürsü kurarak büyük çoğunluğun çıkarlarının olduğu yere taşınabilir.
Bugünkü hali ve bağlamıyla "evet" ya da "hayır" seçenekleri, tartışma masasına hiçbir şekilde davet edilmemiş olan büyük çoğunluk için esaslı bir anlam ifade etmiyor.
Ahmet Türk'e saldırı halkın haklarına saldırı
Şu ana kadar tartışmanın terimlerini halkın haklarının olduğu yere, emek, özgürlük ve barışa taşımak için en anlamlı çabanın Barış ve Demokrasi Partisi'nden (BDP) geldiğini hiçbir şey anlatmıyorsa, Samsun'daki provokasyon anlatmalı.
Samsun'da Ahmet Türk'e yönelik saldırı BDP'nin Türkiye siyasetine bütün gövdesiyle birlikte dahil olmaya başladığı görkemli Newroz ertesinde ve Anayasa tartışmalarında kilit rol üstlenmeye başladığı bir dönemde gerçekleşti. Türk-Kürt çatışmasına dayanan bir etnik gerilim atmosferinde Kürtlerin demokratik ve toplumsal haklarının kapsanması ihtiyacının geriye doğru itilmek, bu maksatla Kürt halkını kontrolsüz bir tepkiye sürüklemek istendiği apaçık. Bu saldırının Hrant Dink'in katledilmesinin sahne gerisi işlemlerinin gerçekleştirildiği Samsun-Trabzon hattında gerçekleşmesi, "olağan şüpheli"nin güç ve hâkimiyetinden henüz hiçbir şey yitirmediğinin elle tutulur bir göstergesi.
Bu saldırı Kürt halkıyla ve politik temsilcileriyle dayanışma ve bağları sıkılaştırmak için hızla harekete geçmenin de vesilesi olmalı.
Kürt özgürlük mücadelesiyle sosyalist hareketin stratejik ittifakı bir "emek ve özgürlük bloku" içinde gerçekleşebilirse "siyasal kurtuluşla toplumsal kurtuluş arasındaki bağlayıcı halka"ya tutunabilir, işçi sınıfı bütün ezilenlerin öncüsü konumuna yükselmek için bir kaldıraç edinebilir. Buradan hareketle "Anayasa" tartışmalarında BDP'nin bir "sosyal taraf" olma kapasitesini geliştirmesine katkıda bulunmak önem kazanıyor. Bu yönde atılacak bir dizi sistematik adım sosyalist hareketi mevcut ikiliğin terimlerini değiştirmek için anlamlı bir toplumsal dayanakla buluşturabilir.
1 Mayıs ve "üçüncü kutup"
Bu çerçevede 2010 1 Mayıs kutlamaları istisnai bir önem kazanıyor. On yıllardır süren mücadelenin ardından işçi sınıfının Uluslararası Mücadele, Dayanışma ve Birlik Günü toplantısına yeniden açmayı başardığı Taksim, laik-dinci/küreselci-ulusalcı kutuplaşmasının ötesine seslenen ", emek ve özgürlük eksenininde bir enternasyonalist "üçüncü kutbun bütün gövdesiyle ortaya çıkışına tanıklık edebilir.
İşçi sendikalarının, TEKEL direnişinin de verdiği itilimle 1 Mayıs'a Taksim'de birlikte çıkma eğilimlerinin güç kazanması, Kürt hareketinin sosyalist hareketle ve işçi hareketiyle buluşma yönünde gösterdiği kararlılık, kadın hareketinin ve Alevilerin emekçiler ve diğer ezilenlerle toplumsal bir ittifak geliştirme arayışlarının güçlenmesi, Taksim 2010'nun bir emek ve özgürlük ekseni oluşturması için esaslı bir imkân sunuyor.
İstanbul Valisi'nin işçi hareketini müttefiklerinden ayırmaya yönelik hamleleri bugünden boşa çıkartılmaya başlanabilir, emekçi taban ve sosyalist öncüler sendika liderlerini yüreklendirebilir ve daha önemlisi kuşatabilirse, bu imkânın gerçeğe dönüşmemesi için hiçbir neden yok.
İşçiler, Kürtler, Aleviler ve kadınlar, toplumun bütün ezilenlerinin sesi ve eylemi olacak, bir üçüncü kutbun temelini bu 1 Mayıs'ta atabilirlerse, Anayasa tartışmalarını devlet güvenliği yerine emeğin hakları ve halkların özgürlüğüne dayalı yeni bir eksene de oturtmuş olacaklar. (EK)