Azınlıklar, işsizler, yoksullar, yaşlılar, çocuklar, kadınlar, eşcinseller, hastalar, sakatlar, suçlular, mülteciler...“Öteki”ler...Aramızda olanlar ama yok saydıklarımız...Görmediklerimiz, görmezden, bilmezden geldiklerimiz...Ve kendimiz...
Kendimizi örten ama “öteki”leri örtemeyen maskelerimiz...Kendimizdeki “öteki”lerimiz, “ötekileştirdiğimiz” özelliklerimiz, “gizlediklerimiz”, “dışa vurmaktan” çekindiğimiz yanlarımız, birileri “farkına varır, anlar” diye ölesiye korktuklarımız... Maskelerin, rollerin arkasına sakladıklarımız, kılıfların içine hapsettiklerimiz...
Kimse "öyle olsun" ve "onlar olsun" istemedi
Çok az kişi eksiğiyle ve eksikliğiyle "barışık ya da mutlu" yaşıyor. Ezici çoğunluk ise en azından bunu yapamadığı için “en az” bir adım, bir puan geriden giderek yaşamı sürdürüyor. Kimse “öyle olmasını” istemedi...Kimse “onlar olsun” istemedi...Bir şey oldu ve öyle oldu....
Nedeni kendisi olsa bile kimse bunun sorumluluğunu almak istemedi, istemiyor, istemeyecek...Tüm yaşadıklarımız bu yüzden...Kendimizle, ötekilerimizle yüzleşemediğimizden...Onu, onları kabul edip onlarla birlikte bu yaşamın da güzel olabileceğini düşünemediğimizden...
Her çoğunluk içinde azınlık bedel ödüyor
Azınlık olan fark edilmekten çıktığı, çoğunluğa benzediği ilk andan itibaren azınlık değilmiş gibi yapıyor ve bunu örtmeye saklamaya çalışıyor. Çoğunluğun içinde olmak ve orada kaybolmak daha rahat çünkü.
Daha az bedel ödemeyi sağlıyor. Çünkü her çoğunluk içindeki azınlığa bedel ödetiyor. Böyle yapmazsa kendi ödeyeceğinden korktuğu için. En şovenler, en militanlar, en hızlı savunucular, hep onlardan çıkıyor...
İşsiz olan, bu ortaya çıkmasın diye işinden atıldığı, ayrıldığı zaman işsiz olmayı kendi suçuymuş gibi düşünüp, adeta artık “işe yaramayan” birisi gibi kendini görüp ortalıktan kaybolmayı, az insanın olduğu, kendisini tanımayan kişilerin bulunduğu mekanlarda köşelere sinerek yaşamını azla yetinerek sürdürmeyi yeğliyor.
Yoksulluğu anlaşılmasın diye...
Bu durumunu bilenlerin olduğu yerde ise çoğu zaman çaresizliğin yarattığı şiddete sığınarak, kendi ödediği bedeli başkalarına da ödeterek yaşamayı yeğliyor.
İşi olan ya da böyle olmayan çoğunluk, bazen iyi niyetten, bazen de “n’olur n’olmaz belki benden bir şey ister” diyerek işsizi kendinden uzak tutmaya çalışıyor. Görmüyor, görmezden geliyor.
Yoksul, yoksulluğu en köşe bucağına kadar yaşarken bunun anlaşılmaması için en varsıldan daha varsıl davranmayı yeğliyor.
Çöp kutusundan ağzına atacak ya da evine götürecek bir şey araya başlamadan önce çevresine bakıp, kendisini bir gören olup olmadığını kontrol ediyor önce. Yoksulluğun bir suç, utanılacak bir durum olduğu düşüncesiyle doldurulmuş çünkü. Bir tek kendinden daha yoksul durumda olan başkasının durumunu gördüğünde kendisini var edebiliyor.
Çünkü yoksul olmayan yoksulun yoksulluğunun nedenini tıpkı yoksul gibi bir günahta, bir suçta, bir eksiklikte ya da yanlışta olduğunu varsayıyor.
Ona yaptığı aslında yoksulluğu değiştirmeyecek en küçük bir yardımı da kendisinin bundan uzak olmasını istediği için “tanrıya verdiği rüşvet” bağlamında yapıyor.
Yoksul, yaşlı...öyle değilmişiz gibi yaparız
Kendisinin o durumda olmadığını göstermek, dahası belki de onun üzerinde bir erk kurma, oluşturma olanağını yaratacağı düşüncesiyle dolu olarak bu küçücük ve aslında yoksulluğu hiçbir zaman “ortadan kaldırmayacak” yardımı yapıyor.
Yoksul saklanıyor, yoksul olmayan da onu saklanmasına yardım etmek istiyor. Yapamadığında yokmuş gibi davranıyor.
Yaşlılar yaşlandıklarını fark ettiklerinde, zorda olduklarını, yapamadıklarını, yardıma gereksinimleri olduklarını kabul etmiyorlar, muhtaç durumda olmayı görmek istemiyorlar. Öyle değilmiş gibi yapmaya başlıyorlar.
Ekonomik olanakları olanlara yönelik kocaman bir sektörün tüketicisi ve onların kendilerine sunduğu imajların esiri durumundalar. Yalnız onların değil; çevrelerindeki muhtaç oldukları kişilerin, çocuklarının, yakınlarının da esiri durumundalar.
Bağımlılığın yarattığı esaretlerini büyütüyorlar
Doğanın, yaşamın ellerinden aldığı özgürlüklerini bir kez de çevrelerindekilerin aracılığıyla yitiriyorlar. Bağımlılığın yarattığı esaretlerini büyütüyorlar. Ancak kendileri gibi olanların arasında, benzerleriyle birlikteyken o esaretlerinden kurtulmuş gibi hissediyorlar.
Kendi bulundukları durumda, kendilerinden daha zorda, daha kötü olanları görmek, daha erken ölüp gidenleri görmek, onların ömürlerinden bir parçasının kendilerine geçtiği düşüncesini benimsemek onları var edebiliyor.
Çünkü hem kendilerinin hem de kendi gibi olmayanların göründe bir yük ya da tüketenler. Deneyimleri, bildikleri, öğrendikleri, yaptıkları artık anlamsız, değersiz, hatta yok. Çünkü yapamıyorlar.
Bir, birlikte ve bir aradayız!...
Onlar varlar, orada ve aramızdalar görmeliyiz. Biz varız ve buradayız, göstermeliyiz. Onlar “onlar” değil, hepimiz biziz, hiç birimiz aslında öteki değiliz, öteki diye bir şey yok.. Biz ötekiyiz, öteki dediğimiz biziz.
Tüm özelliklerimizle, değerlerimizle, sahip olduklarımız ve olmadıklarımızla, fazlalıklarımızla ve eksikliklerimizle varız ve her birimiz insanız. Bir, birlikte ve bir aradayız!...
Bunu gördüğümüzde ve gösterdiğimizde dünya daha güzel, iyi, doğru ve daha yaşanılır bir yer olacak. O zaman dünyadaki tüm renkler eksiksiz varolacak. Ama o renkleri görebilmek için gözümüzden önce “kafamızı, kafamızın içindekileri” değiştirmemiz gerekiyor.
“Ben” olmak, özne olmak gerekiyor. Kendini fark etmek ve kendini bilmek gerekiyor.
Ötesi... Yok! (MS/EÖ)