Bu ay itibariyle Ekim Devrim’inin, yani Bolşevik Devriminin 100. yıldönümü. Tarihte iz bırakmış her önemli olayda olduğu gibi, 100. yıldönümü olması sebebiyle bazı gazete ve dergiler şu sıralarda Ekim Devrimi’ni mercek altına alıyor, devrim ile ilgili önemli konferanslar düzenleniyor. Günümüz Rusya’sında artık esamisi pek okunmayan, ne var ki, geçtiğimiz asrın en önemli olaylarından biri olan bu devrim ve bıraktığı izler çeşitli basın yayın organları tarafından yad ediliyor.
Miladi takvime göre 7 Kasım 1917’de gerçekleşen* Ekim Devrimi, dönemin Çarlık Rusya’sında yaşanan ekonomik buhran sonucu halkın Çar’a karşı ayaklandığı, hatta Osmanlı Devletinde 1908 yılında II. Abdülhamid istibdadına yönelik gerçekleşen Jöntürk Devrimi’ne de ilham veren 1905 devriminin devamı niteliğindedir. 1905 devrimi her ne kadar Rus halkına birtakım özgürlükler sağlasa da, hedeflenen başarıyı sağlayamaz, Çarlık Rusya’sı tez vakitte daha kötü duruma düşer. Üstelik Birinci Dünya Savaşı’nın yükleri ile körüklenen ekonomik buhran Rusya’da büyük çoğunluk olan işçi ve köylü sınıfını çok ağır bir şekilde ezmeye başlayınca 1917’de bir ayaklanma daha çıkar. Bolşevikler önce Şubat ayında Çar’ı devirir, Kasım ayında ise Lenin ve Troçki önderliğinde yönetimi ele alırlar.
Ne var ki, her devrim yapıldığı coğrafyada köklü değişiklikler kadar büyük bir yıkımı da beraberinde getirebilir. Her devrim bir cenahın yüzünü güldürürken, başka bir cenahın hayatını mahvedebilir. Bu, Ekim Devrimi’nde de böyle olur. Bolşeviklerin yönetimi ele almasından sonra devrimciler ile Çar taraftarları arasında yıllar süren kanlı bir iç savaş başlar ve pek çok evini, sosyal mevkiini, ailesini bırakarak yaşadığı topraktan kopup başka ülkeye zorunlu göç etmek zorunda kalır.
Tarihi daima muzaffer olan yazar, tarih muzaffer olanı anlatmayı sever. Bolşevik Devrimi ve kahramanları bir asırdır çeşitli filmlere, kitaplara, belgesellere haklı olarak konu olurken, devrim yüzünden hayatları değişen -pek çoğu Çar’ın Beyaz Ordusuna mensup oldukları için “Beyaz Ruslar” diye anılan- bu insanlar, tarihin tozlu sayfaları arasında, bazen de göç ettikleri şehrin belleğinde gömülü kalırlar. New York, Londra, Paris, Selanik, Pire ama en çok İstanbul’un... Beyaz Ruslar’ın iz bıraktığı, kimliğini değiştirdiği, belki de sosyokültürel belleğinde en çok yer ettiği şehirdir İstanbul.
Dolmabahçe Sarayı'nın kullanılmayan ahır tesislerinde oluşturulan Rus Mülteci kampı.
Büyük Petro’nun hayal ettiği gibi olmasa da, devrim mağduru pek çok Beyaz Rus 1917 devriminden itibaren güneye, yani İstanbul’a akın etmeye başlar. Her gün içinde çaresiz insanların bulunduğu gemiler yanaşır şehrin kapısına. İstanbul’un coğrafi olarak Rusya’ya yakınlığı yanı sıra Osmanlı İstanbul’unun misafirperverliği de bu insanların sığınacak penah olarak İstanbul’u seçmelerine sebep olur. Türlü asalet unvanları, değme nişaneleri bulunan on binlerce göçmen Rusya’da servetlerini ve müreffeh hayatlarını bırakarak İstanbul’a gelir. Beş parasızdırlar. Çarlık Rusya’sı savaşta “Müttefikler” cephesinde yer aldığı için Fransa, İngiltere ve Amerika gibi ülkeler bu göçmenlere yardım elini uzatır, göçmenlere kalacak yer, yiyecek yemek tahsis etmeye çalışır çalışmasına ancak kafi gelmez. Bu insanlar şehrin dört bir yanına dağılırlar. Bazen sokaklarda yatıp kalkar, ellerinden ne iş geliyorsa yaparlar. Kimi gazete, oyuncak, çiçek satar. (Bir rivayete göre asıl adı Hristaki Pasajı olan Çiçek Pasajı, buraya çiçekçi Rus kızların istila etmesinden sonra şimdiki adını almıştır.) Kimi garsonluk, krupiyelik, kasiyerlik, şoförlük, hizmetçilik, tuvaletçilik ve vestiyercilik yapar. Kimi yabancı dil dersleri verir. Kimi de çeşitli kulüplerde enstrüman çalarak, dans ederek geçimini sağlar.
Tüm bu göçmenler arasında yanında kurtarabildiği mücevherleri veya parası ile İstanbul’a varan ve bu göç dalgasında ardıllarından fersah fersah şanslı olanlar da vardır elbette. Bunlar başta Pera Palas ve Tokatlıyan olmak üzere Beyoğlu’nun en gözde otellerinde kalır, yüksek ücretler vererek Boğaz’a bakan yeni yapılmış apartmanlarda daireler kiralar, Rusya’da yaşadıkları müreffeh hayatı İstanbul’da da devam ettirirler. Kısa zamanda şehrin eğlence hayatındaki eksikliği fark ederek bilhassa Beyoğlu’nda çeşitli pastane ve lokantalar, kumarhaneler, bar ve gece kulüpleri açarlar.
Büyükada'da Beyaz Ruslar
I. Dünya Savaşı sırasında gerek iktidarda olan İttihat ve Terakki Cemiyetiyle kurduğu güçlü siyasi bağlar, gerekse açıkgözlülükleri sayesinde ticarette büyük bir servet edinen kalabalık bir kadro Mütareke Döneminde Beyaz Rusların açtığı bu gece kulüpleri ve kumarhanelerin müdavimi olur. Öyle ki, bu gibi eğlence mekanlarındaki sefahat alemine kendini kaptırıp servetini yitirenlerin üzerine anlatılan hikayeler uzun bir zaman edebiyatımızı meşgul eder. Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun Sodom ve Gomare ismli romanında sözü geçen Muscovite gece kulübü bu gibi eğlence yerlerinin başını çeker. Ayrıca Petrograd ve Türkuvaz pastanesi, Rejans, Köşem ve Ermitaj lokantaları; Salah Birsel’in Ah Beyoğlu Vah Beyoğlu isimli hatıratında sıkça anlattığı ve uzun bir zaman edebiyatımız için adeta bir edebiyat bir fakültesi gibi bir işlevi olduğunu iddia ettiği Nisuaz pastanesi, çok yakın bir döneme kadar hizmet veren Rejans, Beyaz Rus göçmenlerin açtıkları ve Rus kızların garson olarak çalıştığı mekanların en ünlüleridir.
Rejans Lokantası'nda Beyaz Rus Balalaika Orkestrası
Beyaz Rusların bir kısmı, açtıkları mekanlarla şehrin sosyal hayatını renklendirirken, aralarından müzisyen, dansçı ve sanatçı olanları ise şehrin kültürel hayatını zenginleştirir. Dahası o dönem şehrin belli başlı yerlerinde sahneye çıkan orkestralar, balalayka ve bale toplulukları, şehir halkının çokça rağbet ettiği varyete ve operetler Beyaz Ruslar’a aittir. Osmanlıların, saadet evi anlamına gelen Darüssaadet (ya da Dersaadet) ismiyle hitap ettikleri şehirde, Beyaz Ruslar kültürleri, bilgileri ve görgüleri ile şehir halkına, onların daha önce hiç bilmedikleri başka bir saadet kapısı daha açar.
İstanbul sokaklarında tablasıyla satış yapan Rus.
İstanbul’a gelen Beyaz Rusların pek çoğu hayatlarını nasıl idame ettirirse ettirsin, İstanbulluların misafirperverliğinden memnun kalır, yerli halka karşı sempati duyar. Aralarında Cumhuriyet kurulduktan sonra Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığına geçenler hiç azımsanmayacak sayıdadır.
Buna karşı 1917’den itibaren İstanbul’a göç eden Beyaz Ruslara, bilhassa Beyaz Rus kadınlarına karşı kötücül duygular besleyen bazı kesimler de vardır. Aç ve sefil halde kendini hiç bilmediği bir şehirde bulup, hayatta kalabilmek için çeşitli barlarda konsomatrislik, randevuevlerinde seks işçiliği yapan kadınlara karşı İstanbullu Müslüman kadınlar arasında tez vakitte düşmanlık baş gösterir. Öyle ki, o dönem işgal altındaki İstanbul’da, işgale muhalif olarak çalışan Asr-i Kadınlar Cemiyet’i şehirde son yıllarda yaygınlaşan fuhuşun ve kokain kullanımının sorumlusu olarak Beyaz Rus kadınlarını göstererek, onların “ahlaka aykırı” davranışları yüzünden sınır dışı edilmeleri için çok geçmeden resmi makamlara başvurur.(1)
İstanbul’a 1917 ile 1922 yılları arasında 200 bine yakın Rus göçmen olarak gelmesine rağmen (2), bunlar zamanla Türkiye’den ayrılarak Estonya, Cezayir, Bulgaristan, Sırbistan, Romanya, Brezilya, gibi ülkelere dağılırlar. İstanbul’daki Rus nüfus 1930 yılı sonunda 2000’in altına düşer.(3)
Beyaz Rusların açtığı lokanta, pastane ve kulüpler çoktan kapanmıştır. Ne var ki, onların şehre beraberinde getirdikleri kültür ve alışkanlıklar, İstanbul’un tarihinin ve sosyokültürel belleğinin içindeki yerini hala korumaktadır. (MK/HK)
* Gregoryan takvime göre 25 Ekim 2017.
* Görsel kaynakları: Beyaz Ruslar İstanbul'da, Beyaz Ruslar 150 Bin Kişiyle İstanbul'a Neden Geldiler?
Kaynakça
(1)Temel, Mehmet: “Mütareke Dönemi İstanbulu'nda Sosyal Yaşam ve Sorunlar”, y.y., Çevrimiçi
(2) Büyükünal, Feriha: Bir Zaman Tüneli Beyoğlu, İstanbul, Doğan Yayınları, 2006
(3) King, Charles: Pera Palas’ta Gece Yarısı, İstanbul, Kitapyayınevi, 2016