Harvard Üniversitesi'nin ünlü evrim biyolojisi profesörü Ernst Mayr'ın, "dünya dışında zeka ve hayat var mı?" konusundaki çok geniş araştırması henüz yayımlanmış. Bu konuşmaya atfen diyor ki Noam Chomsky; "Ernst Mayr'ın Harvard'daki arkadaşları ile beraber vardığı sonuç, dünya dışı zekanın bulunması ihtimalinin sıfıra yakın olduğu şeklinde. Yani, çok büyük bir ihtimalle sıfır. Çünkü şöyle bir muhakeme yürütüyor Ernst Mayr, 'Higher intelligence', yani 'yüksek zeka' diye tanımlanan şeyi evrende bulmak pek mümkün değil." Zihni organizasyon açısından, özellikle insanların yaptığı zihni organizasyonlar açısından ve medeniyet açısından bakıldığında, kainatta başka medeniyet kuracak zeka olmadığı sonucuna varılmış.
Şöyle bir araştırma yapıyorlar; Dünya yüzünde, üç milyar altı yüz milyon yıldan beri yaşam olduğu tespit ediliyor... On iki küsur milyar yıllık bir kainat içinde, dört buçuk küsur milyar yıllık dünya ve onun üzerinde de, üç buçuk milyar yıldan biraz fazla süreden beri yaşam var. Tabii ki bakterilerle başlamış olarak... Yaşamın ilk başladığı noktadan, Ernst Mayr'ın sözünü ettiğimiz araştırmayı yaptığı tarihe kadar, yeryüzünde elli milyar civarında -saymışlar üşenmeyip, tabii çok kabaca- türün varlığını tespit etmişler. Ve işte, bunlardan sadece bir tanesi, "medeniyet" dediğimiz bu organizasyonu kuracak zeka özelliği göstermiş. 50 milyarda 1 türün medeniyet kurması, inanılmayacak kadar düşük bir olasılık!
Ve Chomsky diyor ki; "Ernst Mayr, 'bu tip bir entelektüel zihni organizasyon biçimi, doğal ayıklanma tarafından desteklenen bir model değil' diyor. Çünkü, bugün dünyaya baktığımız zaman, 'zeki olmak aptal olmaktan daha iyidir' diyemeyiz." En azından dünya üzerindeki hayat türlerine baktığımız zaman, pek öyle görünmüyor; çünkü hayatta kalma becerisi açısından baktığınız zaman, hamamböceklerinin veya bakterilerin insana göre, çok daha uzun ömürlü oldukları görülüyor. Onlar yüksek seviyede bir organizasyon kuracak zekâya sahip yaratıklar değiller. Bilişsel örgütlenme düzeyinde basamakları tırmandığımız zaman, insanın yaşama şansının daha düşük olduğunu fark ediyoruz.
Çok tatsız bir hesap daha getiriyor Ernst Mayr. Elli milyar kadar oldukları tespit edilen bu türlerin, dünya üzerinde ortalama yaşam süreleri de yüz bin yıl olarak hesaplanmış. Bu tatsız bir haber, çünkü insan da yüz bin yıllık tahsisatının sonuna gelmiş olabilir diye bakabiliriz. Yani, insan hayatında öyle bir döneme gelmiş bulunuyoruz ki, artık "Akıllı olmak mı iyidir, aptal olmak mı?" sorusunu sormamız gerekiyor. Çünkü akıllı olmak, zeki olmak, bizim tanımladığımız şekilde, türün sürdürülebilirliğini sağlamaya yetmiyor gibi görünüyor.
Chomsky de diyor ki buradan hareketle: "En doğrusu, bu soruya hiç cevap vermemek. Çünkü kesin bir cevap verecek olursak, insanların bir tür biyolojik hata, 'anomali', olduğu sonucu çıkar. İnsan türünün, kendisine tahsis edilmiş bulunan yüz bin yılı, başta kendileri olmak üzere, ne buldularsa yok etmekle geçirmiş olduğu sonucuna varıyoruz. İnsan türünün, özellikle 20 ve 21. yüzyılda, yani şu içinde bulunduğumuz dönemde, ulaşmış olduğu yok etme kapasitesi, kâinatta bugüne dek ulaşılmış en yüksek yok etme kapasitesidir."
Amerikalı tarihçi Charles Tilly de, bir ekstrapolasyon yaparak, insanlığın son bin yıllık tarihini çok ayrıntılı bir şekilde araştırmış, gün be gün bir hesap çıkarmış. Son bin yıl içerisinde savaş veya savaş benzeri bir çatışma olmayan gün sayısını on bir olarak hesaplamış!
Tabii savaş deyince, bir başka büyük bir savaştan bahsetmek istediğimi de tahmin ediyorsunuz. Doğaya karşı da açılmış, olağanüstü bir savaşın çok ileri bir noktasına da geldik. Hayat dediğimiz şey anlamını doğadan alıyor. Doğa, hayatın bağlamı. İnsan, ona da, kendisine yakın karmaşıklıkta olan organizmaların tümüne karşı da, serinkanlı, hesaplı ve sistemli bir vahşetle saldırı halinde... Ve tabii ki kendi türüne karşı da...
Şimdi biraz daha Chomsky ile devam edelim; "bütün insanlık tarihinde görülmüş en büyük iki tehlike ile karşı karşıyayız" diyor. En az altmış yıldan beri dünyadaki olayları kesintisiz takip ve tahlil eden bir adam söylüyor bunu. "Şimdiye kadar hiç böyle büyük tehlike görülmedi" diyor. "İki büyük kriz var" diyor, ve bunların, gerçek anlamda insanın ve muhtemelen tüm canlıların varoluşunu tehdit altında tuttuğunu söylüyor.
Chomsky'nin sözünü ettiği bu iki tehlikeden biri nükleer savaş tehlikesi. Üzerinde hiç konuşulmuyor bu konunun. Türkiye'deki gazetelerde, Şalom'da, New York Times'ta, Washington Post'ta, ya da Britanya'daki büyük gazetelerde bunlardan söz edilmiyor. Televizyonlarda da bunu görmüyoruz. Ancak stratejik araştırmacılarının yazdıklarına, bunların makale ve konuşmalarına baktığımız zaman, ve istihbarat teşkilatlarının, CIA başta olmak üzere, İsrail gibi ülkelerin istihbarat teşkilatlarının raporlarına baktığımızda ortada son derece önemli bir nükleer sorunu olduğu görülüyor.
Dünyanın çok önemli stratejik araştırmacıları, soğuk savaşta, -yani 1945 ile 1990 arasını ele alırsak, bu 45 yıllık dönemde- herhangi bir anda görülenden daha büyük bir tehlike olduğunu, söylüyorlar. 1962 Küba füze krizi konusu var. 2002'de olayın 40. yıldönümünde Havana'da yapılan bir toplantıda, Kennedy'nin o zamanki en önemli danışmanlarından Schlezinger, ve başka önemli adamlar, bunu ele aldılar ve şu ortaya çıktı; Robert McNamara gibi Amerika'nın son döneminde çok etkili olmuş adamlarının da açıkça söyledikleri gibi, 1962 yılında dünya "direkten döndü". Meğerse olay tamamen bir Sovyet subayın, Vasili Aleksandroviç Arhipov 'un sağduyusuna ve vicdanına kalmış, Arhipov'un "hayır" demesi sayesinde korkunç bir son önlenmiş. Yoksa Kuzey Yarımküre'nin toptan ortadan kalkması işten bile değilmiş.
Şimdi ise durum ondan daha kötü. Daha küçük, ancak çok berbat bir olasılık da bu silahın teröristlerin eline geçmesi. 15 kiloya kadar indi, bir çantaya konulabilecek kadar küçüldü. Bir "kirli bomba" imal etmek artık hiç de zor değil. Nükleer değilse de, radyasyon yaratacak hale gelmiş durumda. Peki "kirli bomba" denilen şeyin patlaması halinde neler olabilir? Bunu kestirmek güç. Her şeyi bilgisayarlar yönetiyor. İnsan inisiyatifi ile verilecek karar, dört ile sekiz dakika arasında kısıtlı kalmış. Gerisi tamamen bilgisayarlarla... Onlar değerlendiriyorlar. Dolayısıyla, küçük bir kirli bomba bile atılsa, bir nükleer savaş hemen başlayabilir.
Bu tip bir nükleer stratejiye İngilizce'de MAD diyorlar, açılımı, 'Mutually Assured Destruction', yani 'karşılıklı garanti edilmiş yok oluş.' Burada, yok oluş karşılıklı olarak garanti ediliyor. Yani size bir tane atılıyorsa yok olmanız garanti, bunu önleyecek gücünüz yok, ama, "öyle mi? o zaman ben de seni yok ederim" mantığı söz konusu. Biraz ilkel bulabilirsiniz, ama ne yazık ki bu böyle. Onun için MAD diyorlar, işte onun için de insanın biyolojik bir hata olup olmadığı tartışmalı.
Kısaca, fiili nükleer bir saldırı olması halinde de ne olabileceğini kimse kestiremiyor. Ancak, tehlikenin artmakta olduğunu gösteren birçok makale var. Bu noktada uluslararası hukuk devreye giriyor. Uluslararaası hukuk kurallarını devletlere karşı kullanmakla yükümlü bir tek merci var, o da Lahey'de bulunan Uluslararası Adalet Divanı. Ben bir uluslararası hukukçu olarak bunu tek merci olarak tanırım. Bu mahkeme, bugüne dek, bir tek devleti, A.B.D.'yi, illegal kuvvet kullanmak suçunu işlemekten, Nikaragua'ya karşı 1983 yılında giriştiği hareketten dolayı mahkum etmiştir. Limanlarının mayınlanmasını, gemilerinin batırılması ve ondan sonra kuvvet çıkarılması... Tabii Nikaragua küçük bir devlet, ne yapsın, şikayet etti Uluslararası Adalet Divanı'na ve sulandırılmış da olsa bir karar çıktı. Elimizdeki tek örnek, tek belge bu, uluslararası hukukta terör tanımı ile ilgili. "Bir başka devlete karşı illegal kuvvet kullanılması" demek, "terör" demektir. İşte bir türlü yapılamayan o meşhur tanım, terörizm tanımı, dolaylı olarak, Uluslararası Adalet Divanı tarafından yapılmıştır.
Peki sonuç? Amerika bu kararı kabul etmedi. New York Times gazetesi de manşet attı, "Uluslararası Adalet Divanı bize hasım olan bir forum" ("hostile forum") dedi, yani Lahey'deki Uluslararası Mahkemeyi hasım olarak tanımladı. Önemli değil, ama dünyada terörle savaşacaksak, her yerde terörist arayacaksak, en önce bunları yapmamayı öğreneceğiz.
Sonuç olarak, Irak gibi bazı bölgeleri, yanlış politikalarla terör merkezi haline getirebiliyorsunuz. Bu terörün nedenlerini anlamak, bunu önlemek için gerekli. Usame bin Laden'in dünyadaki en güçlü müttefikinin bugünkü Amerikan yönetimi olduğunu söylemek için herhangi bir engel yok. Usame Bin Ladin'in en çok istediği şey, öncü bir güçten destek almak ve kendi etrafındaki cihadilerin, veya adları her neyse onların, artmasını sağlamak. Bunun için de Amerikan yönetimi elinden geleni yapıyor, ve terörizm çok büyük bir tehlike olarak dünyada yerini alıyor.
Bu akşam televizyonları açın bakın, Amerika'nın öncülüğünde BM Güvenlik Konseyi diyor ki, İran'a, "30 günün var!" Derhal durdur uranyum zenginleştirme işini, yoksa yalnız kalırsın." Amerika'nın öncülüğünde, Fransa ve Almanya da katıldılar bu sefer, Çin ve Rusya da olayı sulandırarak bir karar kabul ettiler. Burada politikacıların düpedüz yalan söyledikleri bir durum var. Irak'ta da böyle oldu. Kitle imha silahlarından söz ettiler ve oraya girdiler. Sonuç ortada! Şimdi diyorlar ki; Kuzey Kore'de de aynı durum var, İran'da da... Açıkça tehdit ediyorlar. İran'ın bombalanması gündemde. Ne yapmasını bekliyoruz İran'ın? Boğazını uzatıp, "işte buyurun şuradan kesin" demesini mi?
ABD dünyadaki askeri harcamaların yarısını tek başına yapıyor. 38 Kuzey Amerika şirketi, dünyadaki silahların yüzde 60'ını üretiyor. Bunlardan bir tanesi Kanadalı, diğer 37'si çokuluslu Amerikan şirketleri. Dolayısı ile, Amerika'nın uçakları ve silahları ile baş etmenin hiçbir şekilde imkânı yok. Askeri olarak karşı koymak söz konusu değil. Ne yapabilirsiniz o zaman? Ya nükleer silah kullanabilirsiniz varsa, ya da teröre başvurabilirsiniz, başka bir ihtimal yok. Bunları söylerken, terörü ya da nükleer savaşı savunuyor değilim. Beni öyle anlamadığınızı ümit ediyorum. Bu tehdit inanılır bir tehdit. Yani Amerika İran'ı vuracağım dediği zaman, gerçekten de vurabileceğini biliyorsunuz. Daha önce Yugoslavya'yı nasıl bombaladığını biliyoruz. Afganistan'ı taş devrine çevireceğiz dediler, Afganistan'ı, zaten taş devrinde olduğu söyleniyordu, yerle bir ettiler. Irak diğer bir örnek olarak önümüzde duruyor. Sonuçta, Irak'ın işgalinden sonra, Irak belki de 900 sene sonra yeniden intihar komandolarının karargâhı haline geldi.
Şimdi nükleer silahı nasıl önleyebiliriz ? Eğer sorun nükleer enerji üretmekse, sivil ihtiyaç için, örneğin elektrik enerjisi üretmekse, şöyle bir öneri vardı; "bir banka kurulsun, nükleer santraller için 'fission' yolu ile yapılan gerekli maddeler bu bankada toplansın ve uluslararası denetime verilsin." Yine uluslararası hukuk yolu yani. Bunun benim saplantılarımdan biri olduğunu anlamışsınızdır herhalde. Bu bankanın kontrolü uluslararası camianın, mesela BM'nin denetimine verilir. İsteyen devletin talebi de karşılanır. Barışçı enerjiyi İran mı istiyor, garanti ederse verirsiniz. Bu projeyi kabul etmediler. Bunu bloke eden devlet ABD idi. "Niye?" diye sormuyoruz artık. 1993 yılında bu öneriyi bloke etti ABD bloke etti bunu da Amerika. Nihayet, bundan 11 yıl sonra, 2004'te BM Genel Kurulu'na tekrar geldi konu.
Chomsky'nin söylediğine göre, bu, Birleşmiş Milletler tarihinin en önemli oylaması idi, çünkü dünyadaki en önemli tehditlerden birinin ortadan kaldırılması ile ilgiliydi. 175 ülke katıldı oylamaya ve bunlardan 172 ülke olumlu oy verdi, dedi ki; "Tamam bu nükleer meselesini denetime alalım ve ortadan kaldırılalım, bu beladan kurtulalım." Buna bir ülke karşı çıktı, o da ABD. İki de çekimser ülke var; bunlardan bir tanesi İsrail, diğeri de İngiltere.
İsrail zaten ABD'yle hep aynı yönde oy kullanıyor. İngiltere ise, "174'e 1 çok dengesiz dururdu, ondan çekimser kaldım" diyor.
Bunlar medyada çıkmıyor. Oysa bunların konuşulması ve yazılması gerekiyor. Yalnız İnternet'te değil, yazılı basında da, örneğin Şalom'da da bunlar çıkmalı, çünkü tehdit çok büyük.
İkinci büyük tehdit olan küresel ısınma üzerine hiç konuşmayacağıma söz vermiştim başta, onun için bu konuyu geçiyorum. Ama terör olmasın istiyorsanız, birinci şart olarak terörü kışkırtmayacaksınız, ikincisi de siz kendiniz devlet terörü yapmayacaksınız.
Uluslararası hukuk, uğraşmak durumunda olduğumuz çok önemli bir olgu. 1968'lerde doruk noktasına ulaşmış insan hakları hareketi ile ilgilenmeliyiz, özellikle azınlık hakları, kadın hakları, eşcinsel hakları ve çevre hakları ile. Bunların hepsi 68 hareketinin mirası olarak ve yükselerek günümüze geldi. Ben de kendimi bu hareketin bir parçası olarak görüyorum. Dünyadaki vicdan, adalet ve hukuk hareketinin bir parçası olarak görüyorum. En önemlisi de insan hakları kültürünün.
15 Şubat 2003'te, 30 milyon insan Irak'taki haksız savaşın karşısında yürüdü. Bu, daha önce dünyada hiç görülmemiş boyutta bir şeydi. Bu hareketin bu hukuksuzlukları önleyecek ölçüde olması gerekiyor. Bunun bir parçası olarak da, elimdeki gerçeklere ve olgulara dayalı bilgileri paylaşarak, 10 yıldır bir yayını gerçekleştiriyorum. Bundan başka bir şey yapabileceğimi de düşünmüyorum. Uluslararası hukukun ve insan hakları hukukunun, kısacası insan hakları kültürünün hayati önemini koruduğunu, başka da bir çaremiz olmadığını düşünüyorum. (ÖM/TK)
* Ömer Madra'nın Şalom gazetesi tarafından düzenlenen"Perşembe Sohbetler"'nin konuğu olarak yaptığı konuşmanın tam metni. Konuşma sonrasındaki soru-yanıt bölümünü okumak için tıklayın.