Her zaman tekrarlayıp durduğumuz bir gerçektir: Türkiye'nin çevre politikalarını anlamak için enerji, tarım, ulaştırma, madencilik ve sanayi politikalarına bakmalısınız. Çevre politikaları bazı ülkelerde yaşam kalitesini iyileştirmekle ve çevreyi geliştirmekle ilgili olabilir. Türkiye'de ise çevre deyince aklımıza ilk olarak doğanın ve yaşamın düşmanı olan yatırımlara karşı direnmek geliyor.
Bu yıl dünya çevre günü deyince aklımıza yine öncelikli olarak enerji yatırımları geliyor.
Hidroelektrik santraller: Birkaç yıl öncesine kadar gündemimizde olmayan küçük hidroelektrik santrallar kanser gibi her yere yayılıyor. Küçük HES diye bildiğimiz bu santrallar kârlı bulunan her vadiye, biraz canı olan her akarsuya sokulmak isteniyor. Vadiler ve akarsular türleri tehlikede olan canlıların ve kültürlerin yaşam alanlarıdır.
Semih Kaplanoğlu'nun Berlin'de Altın Ayı ödülü alan şiir gibi filmi Bal "insanlığın çocukluğunu" anlatırken, bize aynı zamanda bu doğal yaşam alanlarının sessiz direnişini duyuruyordu.
Bugün 1700 HES projesi olduğundan, onlarcasının bitirildiğinden söz ediliyor. Yok edilecek yüzlerce vadi, Bal'dakine benzer kadim ormanlarda kesilecek milyonlarca ağaç... Bugün HES'lere karşı çıkmak sadece bir doğa koruma veya çevrecilik meselesi değil. Aynı zamanda gerçek bir vicdan meselesi.
Yok edilen ormanlar ve Üçüncü Köprü: Yok edilen ormanlar sadece doğal yaşam alanlarıyla sınırlı değil. Bugüne dek bir ulaşım politikası tartışması ve yıkılacak insan yerleşimlerine dair bir hak meselesi olarak görülen üçüncü köprü de, daha çok bir doğa koruma mücadelesine dönüşüyor.
Boğaz'ın en kuzeyine, bağlantı yolları Belgrad ormanlarının tam ortasından geçecek şekilde yapılacak olan üçüncü köprüye hayır demek için artık öncelikli olarak kesilecek milyonlarca ağacı düşünmek gerekiyor. İstanbul'un kalan son ormanları sadece yol inşaatları nedeniyle değil, aynı zamanda yollara doğru genişleyecek yerleşimler yüzünden de yok edilecek.
Üçüncü köprü İstanbul'un tam bir beton ormanına dönüşmesi için yapılacak son büyük katliamın ismi olacak. Üçüncü köprüye sadece plancıların, ulaşım politikası yapanların veya çevrecilerin değil, kırk yılın başı da olsa kalkıp Belgrad ormanlarına giden bütün İstanbulluların karşı durması gerekiyor. Gerçek bir yeşili koruma mücadelesi bu.
Rusya ile nükleer anlaşma: Rusya'ya yapılan kirli nükleer anlaşma da çok tehlikeli bir yolun açılması anlamına geliyor. Bir devletle kapalı kapılar arkasında gizli bir anlaşma yapmak, bu anlaşmayla binlerce megavatlık nükleer santral yatırımlarına izin vermek, üstelik yap ve işlet, on yıllar boyunca bize elektriği pahalı fiyattan sat demek akıl alır bir enerji politikası tercihi değil.
Geçen haftalarda bir konuşma yapmak için İstanbul'a gelen nükleer enerji uzmanı Felix Matthes bile anlaşmayı duyunca "çok ballı iş" demişti, "bu Rus şirketinin hisselerinden almak lazım". Rusya'nın Türkiye'ye güvenlik standartları düşük bir santralı ucuza mal edip, elektriği Avrupa fiyatlarının 2 katına satacak olması oturulup seyredilecek iş değil.
Her yıl Türkiye'nin çevre sorunlarındaki öncelikleri değişir. Bazen altın madenleri, bazen termik santrallar, bazen Kyoto meselesi ön plana çıkar. Bu yıl ise çevre ve ekoloji mücadelelerinin eskisine göre daha ağırlıklı bir şekilde doğanın korunmasıyla ilgili hale geldiğini görüyoruz. Bunun istisnası ise başımızın 40 yıllık belası olan nükleer santral projeleri.
Bununla birlikte dünyanın geleceğine dair en büyük tehdit olmayı sürdüren iklim değişikliğini unutmamak gerekiyor. İklim değişikliği "bütün kötülüklerin anası" çünkü. Çevre ve doğa koruma mücadelelerinin politik yanını, özellikle de antikapitalist bir sistem değişikliğini hedeflemesi gerektiğini en çok iklim değişikliğinin giderek ağırlaşması hatırlatıyor.
Bu yıl sıcak bir yaz geçireceğiz. Umarım bu sıcak yaz, iklim ve ekoloji mücadelelerini ısıtmaya da vesile olur.
Dünya çevre gününüz kutlu olsun. (BB)