Juan Emar, dünyadan ayrı bir zamanın içinde koşturup duran Juan ve karısının bir günlük maceralarının üzerinden hayatı okumaya girişiyor “Dün”de.
Gerçek adıyla Alvaro Yanez Bianchi, edebiyat dünyasındaki adıyla Juan Emar, 1893 yılında Şili’de doğmuş. Sözü geçen bir politikacı, avukat ve gazeteci Eliodoro Yanez’in oğlu olan Emar, yaşamını belirli aralıklarla Santiago ve Paris’te geçirmiş.
Paris’te avangart ve sürrealist sanatçılarla kurduğu dostluk sayesinde sanatına yön veren Juan Emar, 1935 ile 1937 yılları arasında “Ayer”, “Miltin”, “Uno ano”, “Diez” isimli dört kitap yayımlamış. Yazdıkları, zamanının edebiyat çevreleri tarafından ilgi görmeyince başka bir kitap yayımlamadı ancak yazmayı da bırakmadı. 1970’ler ve devamında kitapları Şili’de yeniden yayımlanmaya başlayan Emar, bu kez büyük ilgiyle karşılanmış, Julio Cortazar ve Juan Rulfo gibi isimlerin öncülleri arasında kabul edilmiş. 1964’teki vefatının ardından eserleri yeniden keşfedilen Juan Emar, gerçekliği alt üst eden anlatı biçimi, kara mizah ve bilinçaltına vurgu yapan kurgularıyla hayata dair gözlemlerini okurun aklını karman çorman ederek yeniden “düzenliyor”. Juan Emar’ın, bu konular üzerine yazdığı, en çok tanınan ve sevilen kitabı “Dün”, Ketebe Yayınları’ndan Zeynep Ergin çevirisiyle kısa süre önce okurlarıyla buluştu. Parça parça, karmakarışık, tuhaf hikâyeleri birbirine eklemleyerek kendi kurgusunu yaratan “Dün”, yaşamın sıradanlığına gerçekleşmesine pek ihtimal veremeyeceğiniz ama buna rağmen o ihtimali koruyan absürtlükle donanmış bir roman.
“Dün”ün sonradan -ne gariptir ki- adının Juan olduğunu öğreneceğimiz anlatıcısı karısıyla “sıradan” bir gün geçirmek ister. İlk olarak giyotinde kellesi uçurulacak bir adamın “törenini” izlemeye giderler. Azgın kalabalığın arasında kendine yer bulan Juan, kafasız vücudu görmek için merakla beklerken, idam edilecek kişinin devlet ve kilise mahkemeleri arasında gidip gelen ancak bir türlü çözüme kavuşamayan, hangi suç nedeniyle idam cezasına çarptırılacağına dair soruna kafa yorar. İşin içinden o da çıkamayınca, bu güzel gününü mahvetmemek adına mahkumun suçunun ne olduğunu düşünmeyi bırakır. Hiç de düşündüğü gibi olmayan “tören”de yerde yuvarlanan kafayı gördükten sonra karısıyla birlikte oradan ayrılırlar. Gün onlar için “sıkıcı” başlamıştır. Ancak karısını hayvanat bahçesine götüreceğinin sözünü önceden vermiş olan Juan, bunu yerine getirmek için karısını koluna takar ve çiftimiz maymunların, aslanların, devekuşlarının ağırlıkta olduğu bir hayvanat bahçesine giderler. Etrafı gezinirken dişi aslanların kendilerine yönelen haşin dikkati yüzünden buradan çabuk ayrılıp maymunların olduğu bölüme geçip burada huzura kavuşurlar. “Atalarının” huzurunda dolanırken aniden göğe doğru bir nidanın yükselişine tanık olurlar. Öyle bir sestir ki yükselen, ikisi de ağızları açık bir şekilde kafalarını yukarı kaldırıp sesin nereden geldiğini bulmaya çalışırlar. Ses maymunlardan mı çıkmıştır yoksa babunlardan mı diye düşünürken farkında olmadan onlar da bu enfes yükselişe ortak olurlar ve hayvanlarla beraber “ünlemeye” başlarlar. Juan, kendini tamamen buna kaptırmışken bir devekuşu çıkar gelir. Havasından yanına varılmayan bu nevi şahsına münhasır hayvan, türdeşlerinden çok farklıdır. Onlardan ayrı takılmakta, tek başına bir azize gibi ortalarda dolanmaktadır. Devekuşunun bu hâl ve hareketlerinden kıllanan dişi aslan, onu yok etmek için üstüne atlar. Fakat devekuşu, dişi aslanı ağzını hiç beklenmedik bir raddeye gelene kadar açar ve dişi aslanı yutar. Bir süre içinde oyaladıktan sonra da münasip bir şekilde onu içinden “çıkarır”.
Juan ve karısı, bu muhteşem olayı gördükten sonra güne devam etmek için, “Ne yapalım?” diye düşünürlerken, ressam dostları Rubén de Loa’yı ziyaret ederler. Resimlerinde yeşilin elli ve katları tonundan başka renk kullanmayan Loa’yla yeşilin ve türevlerinin üzerine hayli derin bir sohbete girip yine işin içinden çıkamayınca sıkılıp Juan’ın kardeşini ziyarete giderler. Kardeşi, annesi, babası ve Uruguay konsolosu evlerinde koyu bir sohbete dalmışlardır. Daha kapıdan adımlarını atar atmaz, kardeşi Juan’dan, salondaki koltuğun arkasında ne olduğuna dair bakıp bakamayacağına dair iddiaya girmek ister. Juan bunu kati suretle reddeder. Çünkü ona göre haybeye korkup, ortamı germenin anlamı yoktur. Ayrıca korku çok garip bir duygudur ve çeşitli şekillerde kendini gösterebilir. Juan bu konu üzerine derin bir iç monoloğa girerken konu öyle başka yerlere gelir ki; insan varoluşunu ve hayatın tekdüzeliğini sorgulamaya başlar. Zaten Juan Emar’ın (kitabın yazarı olan), kitaptaki derdi de budur… Bu mevzuları sorgulamak ve sorgulatmak.
Juan Emar dünyadan ayrı bir zamanın içinde koşturup duran Juan ve karısının bir günlük maceralarının üzerinden hayatı okumaya girişiyor “Dün”de. İsmiyle müsemma olaylar zinciriyle yaşamın bugün de dünden farksız olduğuna, derdin en alasının bir anda unutulup gideceğine vurgu yaparken, sıra dışı karakterleriyle aynı sıradan havayı soluyan “çeşitliliğin” dahi, bu düzeni bozulamayacağını elinden gelen en absürt biçimde ortaya koyuyor.
(BS/RT)