Doğduğundan beri “dört duvar arası” söylemi literatürlerine hiç girmeyen göçebe bir topluluk: Çingeneler. Mevsimlerle sürekli bir savaş içerisinde hayat… Bazen çıplak ayaklarla arşınlanan yüzlerce metre, bazen buz soğuğu bir mevsimde vücut ısısının büyük direnişi…
Yaz - kış fark etmeksizin göçebe ruhumuzu doyurmaya çalıştığımız, farklı iklimlere yaptığımız yolculuklar bize yepyeni şeyler öğretir, düşündürür, susturur, ağlatır…
Ve bu yolculuklardan sıcak bir yaz günü Çanakkale’nin Ezine ilçesinde kalktığım yatağımdan tarif edilemez bir sesle uyandım. İki küçük bedenden dev bir orkestra çıkıyordu sanki. Mahalle sakinlerinden biri az ileride çadırda yaşayan iki çocuğa bağırıyordu, her gün topladıkları yiyecekleri bir çuvala koyup aynı saatte (öğlen 12 gibi) geçtikleri mahallenin yollarını, çuvallarından dökülen sıvıların pislettiğini düşünüyordu yaşlı adam. Bir taraftan kardeşinin elini, diğer taraftan da çuvallarını bırakmıyordu büyük olan. Avazı çıktığı kadar bağırıyordu uğramış olduğu haksızlığa…
Güneşi umursamayarak evden çıkıp iki çocuğun yolunu tuttum. Öfkeyle ve hızlıca arşınlıyorlardı ara sokakları, yalınayak… Bir zamanlar yıllarca ve sadece bir arka sokaklarında ikamet edip göremediğim gerçekler yüzüme bir tokat gibi yapıştı. Sanki bambaşka bir dünyanın merkeziydi burası… Yerde duran kolsuz, pislenmiş oyuncak bebeğe inat umutla bakıyordu çocuklar. Fotoğraf makinesini gördükleri gibi etrafımda toplandılar, sonra anneleri, babaları, amcaları, dayıları… Ayrı bir coğrafyaydı sanki… Selam verdim ve ne doğruymuş ki deyim “borçlu çıktım”. Utandım çünkü onlar anlattı ben dinledim. Yaz- kış aynı çadırda ikamet eden bu insanlar, hiçbir iş bulamıyorlar; çünkü şehrin dışarısına atılmışlar, ötekileştirmişler… Nasıl geçindikleri ise büyük bir soru işareti, kendileri bile düşünerek cevaplıyorlar, çünkü emin değiller yarın ne olacakları konusunda… Kaymakamlık her ay 250 TL gibi bir yardım yapıyor, paranın garantisi olmadığını söylüyorlar. Çocuklar hiçbir şekilde okula gidemiyor çünkü yazın bambaşka coğrafyalarda, çadırlarda, kışın ise bambaşka yerlerde olabiliyorlar, ama bu yerlerin ortak bir özelliği var: hep dışarıda yaşamak…
Belediyenin çadırlara karışmadığını söylüyor göçebe çingeneler. Aslında bu da büyük bir sorun, çünkü onlara maddi – manevi hiçbir yardım yapılmıyor, yerli halk ile entegrasyon sağlanmıyor. En önemlisi de onlarca çocuğun yaşadığı yerde elektrik, su yani insani hiçbir şey bulunmuyor. En üzücü tarafı ise eğitim hakkının söz konusu bile olmadığı yerleşim yeri olduğu… Sosyal Hizmetlerin, valiliğin bu konuda sessiz kalması çocuklar için en korkutucu şeylerden biri… Çocuklar çadırların yanında oyun oynuyorlar, gün içerisinde ise aileleri dışarıda olduğunda yalnız kalabiliyorlar ve bu istismara açık bir kapı bırakıyor.
Çocuklarla konuşmaya başlıyorum sonra, kimi utanıyor, kimi ise diğerinin saçını çekiştiriyor. Gülümsüyorlar… “Güneş en güzel buradan doğar, şanslıyız abi” diyor çocuklardan biri, gülüyor… Buna karşılık babası ise iç çekiyor ve sessizce kulağıma eğilip: “ Güneş doğmasına doğar da, bir battı mı, ışığı da, yemeği de unutuveririz, onlar erkenden uyur, anlamaz. Biz sabaha kadar dertleniriz bahtsızlığımıza.” (MAY/EKN)