Zor zamanlarda yaşıyoruz çok zor diye düşünürken, insanlığın ve tüm canlıların hiçbir zaman kolay zamanlarda yaşamadığını fark ettim ama umudun hiç kaybolmadığını da.
Doğanın Keşfi ismiyle bir biyografi okudum ve yaşam enerjim ikiye katlandı; Alexander Von Humboldt biyografisi, Andre Wulf’un kaleminden ve aklıma hemen bu biyografiyi herkesin okumasına aracı olmalıyım fikri geldi.
Alexander dokuz yaşındayken çok sevdiği babasını kaybeder ve artık ağabeyi Wilhem’le birlikte katı disiplin budalası annesiyle baş başa kalır. Annesinin tek hedefi akademik başarıdır. Marie Elizabeth von Humboldt’un en büyük kaygısı, çocuklarının ahlaki ve entelektüel bir eğitim almasıdır. O, çocuklarına hemen hiç yakınlık göstermez. Öyle ki Humboldt ailesinde heyecan ve neşenin açığa vurulması kabul edilemez bir davranıştır. Wilhelm, annesinin kaygılarına karşılık verip “iyi” bir eğitime istekliyken, Alexander hep bitkileri inceler, kurbağaları takip eder ve tutkularının peşinden gider. Alexander bu ortamda hiçbir zaman kendisi olamayacağını içten içe hissedip, gitme isteğiyle yanıp tutuşmaktadır. Gitme isteğinin temelini ise doğayı keşfetmek oluşturmaktadır. 1769’da Napolyon’la aynı yıl doğan Humboldt, genç yaşlarındayken 1789 Fransız Devrimi’nden çok etkilenir. Eşitlik, özgürlük, kardeşlik ideallerinin tüm Avrupa’yı etkileyeceğine dair umut besler. O bir Almanyalı olmasına rağmen hayata hiçbir zaman etnik köken penceresinden bakıp, milliyetçilik yapmaz.
1794’te maden denetimi yaptığı işine kısa bir süre ara vererek Jena’da yaşayan kardeşi Wilhelm’e bir ziyarette bulunur. Jena Üniversitesi liberal tutumundan dolayı diğer tüm Alman devletlerine göre özgürlükçü bir ortama sahiptir. Bu ortam Humboldt’un, Jena Üniversitesi’nde çalışan Friedrich Schiller ve oraya çok yakın olan Weimar’da yaşayan Goethe ile tanışmasına vesile olur. Goethe, Humboldt’un doğaya olan merakından ve tutkulu kişiliğinden çok etkilenir. Goethe, bir süre sonra şunu söyleyecektir; “Humboldt ile sohbet etmek yüzlerce kitap okumaktan daha çok etkilidir.” Goethe, birçok bilimsel ilgisini Humboldt’la paylaşır. Öyle ki, benim hayatımda da çok önemli bir yeri olan Faust’u yazarken Goethe’nin Humboldt’dan etkilenmişliğini düşünmeden edemiyorum. Goethe, genç Humboldt’un sohbetlerine katılabilmek için gittiği yerlerde adeta onu takip eder.
Tüm bunlar yaşanırken Humboldt’un kafasında tüm zorluklarına rağmen hep Güney Amerika gezisi vardır. Çünkü artık gidiş yollarında savaş gemileri vardır. Aynı yıl doğduğu Napolyon Bonapart Fransa’da iktidarı ele geçirmiş ve ortalığı kasıp kavurmaktadır. Humboldt, psikolojik baskısı altında olduğu annesinin ölümünden dört hafta sonra arkadaşı Aime Bonpland’la Güney Amerika yolculuklarının hazırlıklarına başlar. Annesinin yargılayıcı ve denetleyici gözlerinin üstünden kalkması, Humboldt’un bilim insanı olma yolundaki cesaretini arttırır.
Humboldt, bütün zorlukları göğüsleyerek arkadaşı Aime ile 4 Kasım 1799’da Güney Amerika’ya varmayı başarır. Güney Amerika onun incelemeleri için büyük bir çeşitlilik sunmaktadır. Artık en büyük tutkusu doğayı keşfetmek, anlamak ve kaydetme işi hızla hayata geçmektedir. Termometresiyle 50 dereceleri aşan yüksek sıcaklıkları kaydeder. Elektrikli yılan balıklarını gözlemler. Yüklediği teknik aletleriyle And Dağları’nı geçerek daha önce hiçbir bilim insanın gitmediği yerlere ulaşır. Öyle ki yol arkadaşlarından Carlos Montufar’ın ölümden döndüğü bir tırmanış gerçekleştirir 5700 metrelik Antisana Dağı’nın 5500 metresine. Daha önce buralara gelmiş olan Fransalı bilim insanları, volkanik dağı incelemek için en fazla 4500 metreye çıkabilmişlerdir. Birçok dağa tırmanan Humboldt, döneminin en iyi dağcısı sayılırdı ama hayalindeki tırmanışı geçekleştireceği Chimborazo Dağı onun bile gözünü korkutuyordu. Ekibi ve soğuktan elle tutamaz hale geldiği aletleriyle 5917 metreye ulaştıklarında ayakkabısı yırtılmış ve ayağı kan içindeydi.
Yağmur ormanlarındaki çeşitlilik, dağ tırmanışlarındaki bitkilerin muhteşem güzelliği, patlayan volkan gözlemleri ve en sonunda Chimborazo’dan döndüklerinde Humboldt’un zihninde müthiş bir fikir belirir. And Dağları’nın eteklerinde oturur ve “doğanın çizimi” anlamına gelebilecek Naturgemalde kavramını oluşturur. Ve bir taslak çizimi yapar. Bu çizim daha sonra yayınlanacak kitaplarında yer alacaktır. Kolay kolay başka dillere çevrilemeyen bu kavram özünde doğanın çeşitliliğindeki birliği simgeliyordu. Humboldt’a göre her nesne birbirini etkiliyor ve bir bütünün parçaları olarak işlev görüyordu. Resim doğayı birbirine bağlı bir ağ olarak gösteriyordu. Bu bakış açısı doğa bilimi tarihinde bir ilktir ve bugün kullandığımız ekoloji kavramının temellerini oluşturur. Zira Humboldt kendi bakış açısını kısaca mikro kozmos olarak tanımlıyordu.
Humboldt üç yıldan fazla zaman geçirdiği Latin Amerika’da İspanyolların egemenliği altında, yerlilerin acı çekmesine ve gözyaşlarına tanık olmuş ve çok üzülmüştü. Bunu daha sonra yazacağı Yeni İspanya Krallığı Üzerine Siyasi Bir Deneme kitabında dile getirecek ve İspanyol acımasızlığını sert bir dille eleştirecekti.
Kafasında bu düşüncelerle Humboldt, çok merak ettiği Amerikan siyasi yapısını görmek ve oralarda da inceleme yapmak için Kuzey Amerika’ya doğru yola çıkarken ABD Başkanı Jefferson kariyerinin zirvesindedir. O da Humboldt gibi doğa tutkunu ve bitki toplayan birisi ve bir çiftçi olarak Humboldt’u Washington’a davet eder. Jefferson Birleşik Devletler’i, bireysel özgürlük ve bireysel eyaletlerin haklarına vurguyla tarımsal karakterli bir cumhuriyet olarak tasavvur ediyordu. Onun için ticaret ve güçlü merkezi devlet yerine küçük- yerel üretim yapan oluşumlar daha önemliydi. Kendisi de tarlada çalışır ve sarayda giydiği basit işlevsel kıyafetleri gören hiç kimse onun başkan olduğuna inanamazdı. Humboldt, başkanın tüm bu özelliklerini çok değerli bulurken hala tarlalarında köle çalıştırmasını eleştiriyordu ama bunu bir türlü Jefferson’a söyleyemiyordu. Ancak başkanın yakın arkadaşı William Thorton’a köleliğin bir utanç olduğunu dile getiriyordu. Humboldt’a göre adalet ve özgürlük saraylardan ve az sayıda kişinin refahından çok daha önemliydi. Hiyerarşik ilişkiler onu çok rahatsız ediyordu. -ABD demokrasi tarihini merak edenler Alexis de Tocqueville’in önemli çalışması iki ciltlik Amerika’da Demokrasi kitabına bakabilirler.-
Humboldt, Amerika Kıtası boyunca, kereste elde etmek için ağaç kesimlerini ve ormanların yok oluşunu gördükçe yaptığı incelemelerde bunun nasıl sel felaketlerine ve doğal yıkımlara, iklim değişikliğine yol açacağını hep anlatmaya çalıştı. İnsan elindeki doğa yıkıcılığını, köleliği, gelir adaletsizliğini, özgürlükler sorununu, hayvanlara yapılan eziyetleri bir bütün olarak görebilen Humboldt, Fransalı ütopyacı Charles Furier’den sonra Toplumsal Ekoloji’ye en önemli katkıyı yapan ikinci bilim insanı ve filozoftur.
Humboldt Avrupa’ya döndüğünde artık çok ünlü bir bilim insanıdır ve Fransa’da yaşamaya karar verir. Fransa’da karşılaştığı, varlıklı bir ailenin çocuğu olan Simon Bolivar 22 yaşındaki kaybettiği sevgilisinin acısıyla orada bohem bir hayat sürmektedir. Sürekli içki ve seks alemlerinde takılmaktadır. Humboldt’la tanışmak onun hayatında bir dönüm noktası olur. Humboldt, ona adeta kendi ülkesini ve kıtasını yeniden tanıtmış, kıtasının insanlarının İspanyol sömürgeciliği altında inlediğini yüzüne vurmuştur. Bu arada Humboldt, ondan bir lider olmayacağını vurgular belki de Bolivar’ı ateşlemek için yapar bunu. Humboldt’un yazdığı her şeyi okuyup hatmeden Bolivar, kısa bir süre sonra Güney Amerika’ya dönecek ve İspanyolların egemenliğine büyük oranda son verecek olan isyanı başlatacaktır. Bolivar, isyancılığı ve yönetimi ele geçirdiği dönemlerde çok saygı duyduğu Humboldt’la irtibatını hiç kesmez.
Literatüründe yerinde durmak olmayan Humboldt, Hindistan’a gidip Himalayalar’da inceleme yapmak ve bunu Güney Amerika’daki bulgularıyla karşılaştırmak istiyordu. Fakat bu isteği, Hindistan’ı işgali altında tutan İngiltere’nin engellemeleri yüzünden hiçbir zaman gerçekleşmedi. O da bu sefer rotayı Rusya’ya çevirdi. Rusya gezisinin sonuçlarını iki kitapta yayınladı. Burada en çok ormansızlaştırma, insan türünün iklime etkisi, insafsızca sulama ve endüstriyel merkezlerden salınan buhar ve gazların doğaya etkisini dile getiriyordu. Bu o zamanlar için çok yeni ve kabul edilmesi zor bilgilerdi. Rus şair Puşkin, Humboldt için “ağzından büyüleyici konuşmalar dökülüyor” diyecekti onu tanıdığında.
Humboldt, İngiltere’de olduğu zamanlarda meslektaşları, düşünürler ve şairler tarafından kutlanırken, Charles Darwin Edinburgh Üniversitesi’ndeki tıp eğitimini on sekiz yaşındayken bırakmış ve babası tarafından ailenin utanç kaynağı olarak nitelenmekteydi. Darwin, henüz Humboldt’un hiçbir eserini okumamıştı. O da tıpkı Humboldt’un gençliğindeki gibi hayvanların ve bitkilerin peşinde koşturuyor, incelemeler yapıyor ve bakir yerlere seyahat özlemiyle yanıp tutuşuyordu. Darwin babasının öfkesini yatıştırmak ve biraz da hayallerini gerçekleştireceği mirasın kendisine kalabilmesi için, babasının Cambridge’de teoloji eğitimi alma önerisini geri çevirmemişti. Fakat o teoloji dersleri yerine botanik derslerine katılıyordu. Cambridge’deki son yılında Humboldt’un Personal Narrative kitabını okuduğunda çok etkilenmişti. O artık Humboldt’un tüm kitaplarını neredeyse ezbere bilecek ve 27 Aralık 1831’de gemisi Beagle ile denize ilk açıldığında bu yolculuğu yapmasına sebep olan Personal Narrative kitabıyla birlikte, Humboldt’un yazdığı hemen herşeyi yanına alacaktı. Geminin kaptanı da böyle tembihlemişti zaten. Darwin, Humboldt’un ağ halinde birbirine bağlı doğa tezini daha da geliştirecek ve evrim teorisini oluşturacaktı. Hocası ve ilham kaynağı saydığı Humboldt’u ölmeden önce ziyaret etmeyi de ihmal etmedi.
Kuzey Amerika’da çok az tanınan Humboldt, Kozmos kitabını yazdıktan sonra orada da çok etkileyici bir kişilik olacaktı. En çok etkilenen kişiler arasında; Ralp Waldo Emerson, Edgar Allan Poe, Walt Whitman ve Henry David Thoreau yer alacaktı. Humboldt’un doğa görüşü ve şiirsel ifadeleri Thoreau’ya şiir ile bilimi birleştirmesi için güven verecekti. Walden adeta Humboldt’un Kozmos eserine cevap niteliğinde sayılır.
Yaşlılık Humboldt’u durdurmaya yetmedi. O hep çalışmaya devam ediyor ve genç bilim insanlarına destek oluyordu. Seksenli yaşlarının ortalarındayken bile her yeniliği takip edip, öğrenmeye çalışıyordu. Humboldt’un, bilim insanları ve yazarlar, şairler, ressamlar üzerindeki etkisi 19 Mayıs 1859’daki ölümünden sonra da devam etti. Bunlardan birisi de Almanyalı zoolog Ernst Haeckel idi. Haeckel sırasıyla Humboldt ve Darwin’den çok etkilenmişti. Haeckel, Humboldt’un karmaşık karşılıklı ilişkilerden oluşan birleşik bir bütün düşüncesini alıyor ve buna bir isim veriyordu. “Ekoloji diyordu Haeckel.
John Muir ise doğa korumacılığı üzerine kafa yoruyor ve ekoloji mücadelesini kamusal alana taşıyan ilk insan oluyordu. Nehirlerin, dağların, ormanların, olduğu gibi kalabilmesi için büyük çabalar gösteriyordu. “Dolara çevrilebilen hiçbir şey ne kadar korunursa korunsun güvende değildir” diyordu Muir.
Humboldt’un en büyük başarılarından biri, bilimi erişilebilir ve popüler hale getirmek oldu. Herkes ondan bir şey öğreniyordu: çiftçiler, zanaatkarlar, öğrenciler, öğretmenler, sanatçılar, bilim insanları, müzisyenler, şairler, yazarlar ve siyasetçiler… Burada yer darlığı yüzünden sayamadığımız ve eserlerini severek okuduğumuz daha nice yazar vardır Humboldt’dan etkilenen. Humboldt’un en sevdiğim yanı ise toplumsal, ekonomik ve politik konuların ekoloji ile ne kadar bağlantılı olduğunu erken dönemde ispatlamasıdır. Amerikalı çiftçi ve şair Wendell Bery’nin bir sözüyle bitirelim Humboldt’un anısına;
“Aslında toprağın kaderiyle insanların kaderi arasında bir fark yoktur.”
(EM/EKN)
*Biyografiyi merak edenler için; Doğanın Keşfi Alexander von Humboldt’un Yeni Dünyası – Andrea Wulf – Ayrıntı Yayınları Temmuz 2017