* Bu yazı karga mecmua’nın Ekim 2013 tarihli sayısından alınmıştır.
Geçen ay düzenlenen 65. Emmy Ödülleri’nde (Amerika'da televizyon programlan, diziler ve reality şovlara ödül verilen ortam) "Televizyonun bu altın çağında bu yapımlarla birlikte anılmaktan çok mutluyuz” gibi şeyler diyordu; görsel tarihin en başarılı yapımlarından biri olan Breaking Bad'in yaratıcısı Vince Gilligan. O yapımlar Homeland, Mad Men, House Of Cards ve Game of Thrones’du. Hakkı var gibi, değil mi?
Bu yazıyı Breaking Bad’in sondan bir önceki bölümünü izledikten sonra yazıyorum. Yazının devamı bu muhteşem yapıt üzerine olacak. Ama ilk önce şu Televizyonun Altın Çağı meselesini irdelemek isterim.
Aslında genel görüşe göre; internet gelecek, gazeteyi, televizyonu, sinemayı ezip geçecekti. Ne oldu da özellikle Amerikan kaynaklı televizyon dizileri (BBC ve İskandinavya’dan gelenler arasında da başarılı işler bol) beyaz camın tarihindeki en verimli dönemlerini geçirmeye başladı.
Öncelikle sinemanın (gene özellikle Amerikan kaynaklı sinemanın) düşüşünden bahsetmeli. Geçenlerde de güzel diyordu biri “American Beauty’den beri Oscar kazanan ve ‘gerçek’ olan bir film var mı?” diye. Bunu Oscar’ı ciddiye aldığım için söylemiyorum ama birkaç auteur yönetmen dışında Cannes ve Berlin gibi festivallerde de dişe dokunur işler pek az. Hadi arada bir rastladığımız deneysel gerçekçileri de sayalım. Gene de en basitinden 90’ların heyecanı kesinlikle yok. Hoş sektör olarak Hollywood’un maddi bağlamda keyfi pek yerinde. Tarihin en çok kazanan (enflasyonu hesaba katmazsak) ilk 12 filminin 11'i 2000’lerde çekilmiş: 2001’de Harry Potter ile başlayan hikâye Yüzüklerin Efendisi, Karayip Korsanlan ve günümüzde Iron Man 3 ile devam ediyor. Buna Cem Yılmaz’ın deyişiyle “emerik” sabiti diyebiliriz şimdilik. Torrent efsanesi, sinemanın pahalılaşması, 3D ve dijital çekimlere giriş de etkiliyor haliyle.
Dizilerin tabii avantajları bol. Bir kere vakit daha çok. Hani aslında algıların hızlanmasını beklerken (Snatch estetiği) insanlar çok daha yavaşın büyüsüne kapılabiliyor. Misal görsel efektler konusunda her zaman harika işler göremesek de (gene geçtiğimiz günlerde ekranlara veda eden başarılı iş Dexter’ın son bölümündeki fırtına yazık etti) kimin umurunda.
Diziler senaryoya gücünü geri veriyor. Olay örgüleri çok daha tatmin edici olmak zorunda. Ayrıca bölüm sonlarında izleyeni heyecanlandırmak ve bir hafta boyunca bu heyecanı diri tutması sinema filmlerinin iki saat için paketlemesinden çok daha eğlenceli kılıyor işleri. Tabii dizilerin de fazla uzama derdinden muzdarip olması gibi konular var. Her bölüm ayrı hikâye tadındaki işler bir süre sonra kabak tadı verebiliyor.
Bir de çok izleniyorsa o oyuncunun kariyerini (Seinfeld laneti) tek bir işe bağlı hale getirebiliyor. Dinamizm çok önemli bir nokta. Daha sonra daha uzun da değinmek istediğim bir konu olan popülarite algısındaki değişmeden de bahsetmek lazım.
Nerd’lerin hipster’leşme (kavramlar kesinlikle aşağılama amaçlı kullanılmamaktadır) ayağında, artık popüler olanı ’8o ve '90’lardaki gibi endüstri tek elden belirleyemiyor. Bieber çıkarıyor ama Psy kıvamında gidiyor. Madonna, Elliott Smith cover’lıyor yahu. Hipster ortamında ise misal Kanye West ve King Krule haberlerini bir web sitesinde alt alta okuyabiliyorsunuz. Ya da Freaks and Geeks ile üne kavuşan James Franco (tam nerd kafa bir adam olan ve Süper Bad’den beri hakikaten süper kötü komediler yapan Judd Apatow tayfasından) Ailen Ginsberg oynayabiliyor. Günümüz hipster kültürü ‘80 ve ‘90’lann nerd’lerinin haysiyet talebi.
Yazının bundan sonraki kısmı Breaking Bad üzerine spoiler içerebilir. Dikkat!
Sanırım şu soruyu sormakta bir sakınca yok. Breaking Bad televizyonun bu altın çağında gelmiş geçmiş en iyi dizi olarak adlandırılabilir mi? metacritic.com öyle diyor. Etrafımdaki birçok insan seyrettikleri birçok filmden daha iyi bir estetiğe, oyunculuğa ve hikâyeye sahip olduğunu söylüyor.
Öncelikle yapımın çıkış noktasına bakmalı. Baş karakterimizin gayet toplumsal gerçekçi bir anlayışla sağlık ve eğitim sistemindeki sorunlar (öğretmenin kanser olmasından doğan maddi ve manevi sıkıntılar), evde ve etrafında sosyal
Darwinci bir şekilde saygısızlığa uğraması, her şeyi tetikleyen nokta. Bu gayet bireysel bir tetiklenme olsa da burada Walter White’ın (WW) yaptığının bir türünü günümüzün sözümona modern toplumlarındaki her orta sınıf bireyin gerçekleştirmesi mümkün, sonuçları müspet olsa da olmasa da.
WW’a kanserle savaşması için ihtiyacı olan umudu da bu adam yerine konulma motivasyonu sağlıyor. Dizide temel bu kadar sağlam bir yere oturunca üzerine gelen kurgu sonsuz opsiyonlar sağladı yazarlara. Kısaca tüm hayranlarının suç ve cezalandırma ekseninde sorumluluğun kimde olduğu tartışmasında suçu tamamen sisteme rahatlıkla atabiliriz.
Bir de yani meth ticareti tehlikeli iş, buna girdiğin zaman da başına bir şeyler gelmemesi mümkün değil. Yırtmak için Heisenberg kadar zeki olman gerekiyor. Ve hırsını da cebine koyman gerekiyor.
Senaryonun ayrıntılarına bunları konuştuktan sonra girmeye gerek yok. Karakterler açısından baktığımızda ise pek ballı bir yapım olduğunu söylemeli. Diziye giren çıkan her karakter -en az gözüken bile- çok mükemmel şekilde işlendi. Yani ana dişliler harika olunca kimsenin ekstra bir şey yapmasına gerek kalmadı, ki karikatürize bir şekilde poz kesenden (Saul, Skinny Pete, Jane, Tuco ve Hector) ağır metot takılana (Mike, Gomez, Gus Fring) ya da neredeyse oynamayanına (Todd, Bogdan, Gale), her tarzın muhteşem bir şekilde biraraya gelebildiği ama bunu yaparken de dizinin rengini bulandırmadığı bir durumdan söz ediyoruz.
Görsel estetiğe gelince, burada da şapka çıkarmamız gerekiyor herhalde. Öncelikle bir “nerd” olarak Vince Gilligan, çizgi roman nesnelerini kullanmayı harika bir şekilde başardı. Her rengin kendi gücüyle nesneleri birer franchise öğesine getirmesi takdire şayan. (Kasımda çıkacak toplu DVD’ler siyah bir varil içinde, yanında bir Los Pollos Hermanos mutfak önlüğüyle geliyor.) Pembe ayıcık, mavi meth, sarı laboratuvar kıyafetleri, Walt’ın ilk arabası ve karavan vb...
Mekân kullanımında ise aslında akıldışı bir iş çıkarılmadı. Amerikan sinemasının “kurak toprak” (scorched earth) imgesine coğrafyası gereği çok seferler başvurduğunu biliyoruz. Coen’lerin başyapıtlarından Fargo ile kentli indie kültürün de baş aktörlerinden biri haline geldi bu. Son 10 yılda neo-western’in, oradan hareketle Nuri Bilge Ceylan filmlerinin ve günümüzde pek sevdiğimiz Jeff Nichols’un bu “şehir-dışı” arka planın kullanımında önde gelen isimler olduklarını söyleyebiliriz. Hem artık çok kalabalıklaşan ve boğucu hale gelen, krizlerle heyecanlarını yitirmiş AVM distopyası kentlerden uzaklaşmak, hem de bu genişliğin, sakinliğin izleyiciye verdiği bakma, rahatlama ve en önemlisi konsantre olma fırsatları, Breaking Bad’in de başarısının dayandığı unsurlar.
Bu yazı sondan bir önceki bölümden sonra yazıldı. Nasıl biteceği hakkında fikirlerim olsa da bunları kendime saklamayı tercih ederim. Çok da önemli değil zaten. Burada biraz elimi taşın altına koyup naçizane eleştirilerde de bulunmak isterim. Bunu yaparken de dediğim gibi hayatımda televizyonda izlediğim en iyi iş olduğunu tekrar etmek isterim.
Diziyi ilk bölümden itibaren yayınlandığı günler izledim hep. Yani sonradan başlama ve yetişme gibi bir durumum olmadı. Bu da bana bazı haklar vermeli! Her dizinin başına gelen köpekbalığını atlatma tehlikesini (Jumping The Shark: Bir yapımın artık modasının geçtiğini hissettiren an. Wikipedia'da daha detaylı açıklaması var. Ne demek istediğimi anlayacaksınız) Breaking Bad de yaşadı.
Bence bu 4. Sezonun sonunda Gus Fring’in terminatör haliyle karşımıza çıktığı andı. Dizinin o ana kadarki gerçekçilik seviyesindeki bu aşırı oynama bir kalp kırıklığı yarattı. Yani dizi o patlama anında bitip de gerisini görmeseydik de olurdu gibi geldi. 5. sezonun ilk dönemi dizinin en zayıf zamanı oldu. Harika bir tren soygunu ve Mike Ehrmentraut ve Todd’un öne çıkışları güzel seda bıraksa da sallanan bir dönemdi.
Reytingler yükselse de ilk üç sezonun sağlamlığı yoktu burada, ayrıca rahatlıkla başrol olarak görebileceğimiz Jesse karakterinin, ilk başta, ilk sezonun sonunda ölmesi planlanıyormuş, tamamen depresif ve "etkisiz” hali dinamizmde biraz sorun yarattı. 5. sezonun 2. dönemi ise (dizi bitirilmekte olduğu için) fazla hızlı gelişmekte. Hank'in yaşadığı durum veya Walt’un karlar altındaki yeni hayatına ayrılabilecek daha çok bölüm rahatlıkla olabilirdi.
Yani “Fly” (bkz, 3. sezon 10. bölüm) diye bölüm yapmış adamlardan bahsediyoruz. Reytingler şu an her bölüm birer milyon artsa da artık geri dönüş yok ve yapılabilecek bir sürü güzel bölüm de heba oldu sanki. Tabii bu da dizi sanatının derdi. Tadında bırakmalısın ama ya daha alamadıysak o tadı...
Son olarak müziklerden de bahsetmeli. Herhalde en ufak eleştiri getiremeyeceğimiz tek nokta. Honey Claws'dan Digital Animal’a, Beastie Boys’tan Shambala’ya ve tabii ki “The Ballad of Heisenberg” zafer anlarıydı. Toplu halde bulunabiliyor internette... kesinlikle kulak kabartmalı.
Kısaca bu çok güzel bir maratondu. Popülerliğin ve kalitenin kurallarının tekrar yazıldığı bir süreçte tarihe damgasını vuran bir yapım oldu Breaking Bad. Eleştirileri de dikkate almayın; sevdiğimden.
Bu siteyi de ziyaret etmeden geçmeyin: http://breakingbadamc.tumblr.com/ (UÇ/EKN)