Fotoğraf:Anadolu Ajansı
3 Eylül 2019’da dört ailenin Diyarbakır’daki Halkların Demokratik Partisi (HDP) il binası önüne giderek başlattığı oturma eylem 12. gününe girdi. Bugün itibariyle 20 civarında ailenin dahil olduğu oturma eyleminin amacı “kaçırıldığını ifade ettikleri” dağdaki çocuklarına kavuşmak.
Annelerin çoğunluğunu oluşturduğu ailelerin oturma eylemi haberi basına ve kamuoyuna yansıdığı ilk andan itibaren bilhassa ana akım basında geniş yer buluyor. Ne var ki, basın kuruluşlarının meseleyi ele alışı ve kamuoyunda genel olarak tartışılma biçimi karşı karşıya olduğumuz ve ülkemizin çözmesi gereken toplumsal meselenin özüne yani barış ihtiyacına gerektiği kadar odaklanmıyor.
Kürt meselesinden kaynaklı 30 yılı aşkın süredir devam çatışmalı sürecin 2013-2015 yıllarında Çözüm Süreci kapsamında çatışmalardan, şiddetten ve acılardan uzak kalmasının ardından görüşme ve diyalogun kesilerek barışa gidecek yolun tıkanması sonucu tekrar karanlık bir döneme girdik.
20 Temmuz 2015 yılında Urfa’nın Suruç ilçesinde IŞİD’in bombalı saldırısı ile başlayan ve 24 Temmuz 2015’teki hava hareketi ile devam eden ve 16 Ağustos 2015’de Muş’un Varto ilçesinde ilan edilen sokağa çıkma yasağı yeni bir boyuta ulaşan silahlı çatışmalar ülkemizde son ağır insan hakları ihlallerinin ilk vakalarıydı. Bu dönemde yaşanan ağır insan hakları ihlallerine dair İnsan Hakları Derneği (İHD) olarak 1 Eylül Dünya Barış Günü vesilesiyle yaptığımız açıklamada aşağıdaki verileri paylaşmıştık:
İHD verilerine göre 2015, 2016, 2017 ve 2018 yıllarında silahlı çatışmalarda 3.27 kişi (asker, polis, korucu, silahlı militan ve sivil) yaşamını yitirmiş, 2.646 kişi yaralanmıştır.
Silahlı çatışma ortamının etkisiyle tüm Türkiye’de 2015, 2016, 2017 ve 2018 yıllarında 946 kişi yargısız infaz sonucu yaşamını yitirmiş, 1.127 kişi yaralanmıştır. Aynı dönemde, yasa dışı örgütlerin saldırıları başta olmak üzere faili bilinmeyecek şekilde saldırıya uğrayıp yaşamını yitiren insan sayısı 627, yaralı sayısı ise 3.529’dur. Bu rakamları topladığımızda 4.845 kişinin öldüğünü, 7.302 kişinin yaralandığını görmekteyiz.
Silahlı çatışmaların sürdürülebilmesi için silaha ve bu silahları temin etmek için paraya ihtiyaç duyulur. Ancak, silahlı çatışmaların devam etmesi için herhalde esas ihtiyaç duyulan insan gücüdür. Yani tam da annelerin kavuşmak istediği çocuklarına. Annelerin kavuşmak istedikleri çocuklarının-bilindiği kadarıyla-hepsinin BM Çocuk Hakları Sözleşmesinin tanımına uyacak biçimde 18’in yaşının altında olmadığını da not etmek gerekir.
Yaşı kaç olursa olsun bir annenin gözünde evladı her zaman küçüktür ve çocuk olduğu gerçeği bir yana bu durum esasen, meselenin ehemmiyetini daha aşikar bir biçimde ortaya koymaktadır.
Stockholm Uluslararası Barış Araştırmaları Enstitüsü (SIPRI) dünyadaki askeri harcamalarla ilgili veriler toplayarak yıllık raporlar yayınlamaktadır. 2018 yılındaki çalışmasında Türkiye ile ilgili şu çarpıcı veri yer alıyor: “2018 yılında Türkiye’deki askeri harcamalar %24 artarak 19 milyar ABD doları olmuştur ki bu artış dünyadaki en fazla askeri harcamaya sahip 15 devlet arasındaki en yüksek orandır.” Türkiye silahlı kuvvetlerinin NATO’nun en büyük ordusunda sahip olduğunu da dikkate aldığımızda ülkemizdeki silahlı çatışmanın ne kadar çok sayıda aileyi etkilediğini daha doğru hesaplayabiliriz.
Annelerin haklı ve yerinde talebine karşı toplumun ve ilgili kamu otoritelerinin, aktörlerin yapması gereken bu annelerin sesine ses olmak ve çocuklarına kavuşmasını sağlamaktır. Öte yandan, yapılması gereken sadece bununla sınırlı değildir. Acil olarak, ülkemizde bir çatışma çözümüne ihtiyaç vardır. Annelerin talebinin tam olarak yerine getirilmesi ve bu sorunun bir daha nüksetmemesi için yapılması gereken meselenin özüne dair çözüm bulmaktır.
Diyarbakır’da HDP il binası önünde oturan annelerin çığlığı on yıllardır süren çatışmaların barışçıl yöntemlerle sonlandırmak için başta siyasilere olmak üzere toplumun tamamına bir fırsat sunuyor. Yapılması gereken, basın ve medya kuruluşları, siyasiler, sivil toplum kuruluşları, insan hakları hareketi olarak barış ihtiyacını görmek ve bu doğrultuda hareket etmektir. Varolan barış çabalarının daha da görünür kılınması toplum olarak ihtiyaç duyduğumuz barışa kavuşmamızı hızlandıracaktır.
Silahların değil sözün ağırlığının olduğu bir yaşama ihtiyacımız var.
Son söz olarak Müslüm Gürses’in “Yakarsa bu dünyayı garipler yakar” sözünden esinlenerek “bitirirse bu savaşı analar bitirir” demek yanlış olmaz herhalde. (Oİ/EMK)