Muharrem sözcüğü, başka yerlerde olduğu gibi bu yörede de Kürt, Türk, Arap nüfusun ortak muhayyilesinde hâlâ kutsal bir anlama işaret ediyor. Benim pek az aşina olduğum kutsallıklar dünyasında hatırı sayılır yeri var bu sözcüğün.
İki aydır D tipi cezaevinde tutulan Muharrem'i ziyarete giderken, aklımda haftalardır dönüp duran isim; ilk kez kendini bu anlamıyla hatırlatıyor.
Belki şehrin diğer cafcaflı ve dikkat çeken özelliklerinin yanında kendini, kimi kez mütevekkil, kimi kez tehditkâr bir eda; kimi kez yumuşak kimi kez sert bir yüzle gösteren her kılıkta rastlayabileceğiniz bir âlemin Diyarbakır'ı sanıldığından daha fazla kuşatmış olmasından bu.
Diyarbakır...Diyarbekir, Amed.....
Şehrin bu adlardan hangisini sevdiği bir muamma... Şehri bir isme, şehrin seslerini harflere sığdırabilmek için gösterdiğimiz beşeri gayret, insanın içini sızlatıyor. Yine de, kimsenin bilmediği bir dille çağrılan şehir, ismini gönlünü kaptırdığı birileriyle paylaşıyor.
Yok edilmeye çalışılanın, yasaklananın bu şehre taş taş, sözcük sözcük, ağaç ağaç; şarkı şarkı nasıl sindiğini; şehrin onu nasıl bağrına bastığını anlamak için belki görmek gerek. Anlamak için illa görmek moda olduğundan beri böyle...
Muharrem yaklaşık iki aydır, D tipi cezaevinde tutuluyor. Fotoğrafı, ellerinden zincirlenmiş belediye başkanlarıyla aynı karede yayınlandı. Onlar da zaten Muharrem'e komşu koğuşlarda kalıyor.
Muharrem'i ziyaret etmek kolay değil. Savcılıktan aldığımız iki kişilik izin kâğıdıyla özel bir arabayla şehrin dışındaki cezaevine doğru yol alırken, kitlesel katılım beklenen her yasal mitingden önce olduğu gibi jetler, yeri göğü birbirine katıyor.
Bizim vergilerimizle ve dünyanın enerji kaynaklarını tüketerek, mitinge katılacaklara gözdağı veriyorlar. Jet sesi, şehrin doğal addedilen seslerinden artık...
Araba tesadüfen yani yol öyle gerektirdiğinden Diyarbakır cezaevinin önünden geçiyor. Okul yapılmaya çalışılan meşhur cezaevi, sağ tarafımızda perişan görünümlü küçük apartmanların arasında yediklerini sindirmeye çalışan akıl almaz bir yaratık gibi boylu boyunca uzanıyor.
Cezaevinde mahkûmların kendilerini yaktıkları, akıl almaz zalimlerin yaşandığı sıralarda da bu evlerin olup olmadığını, Diyarbakır'a ilk geldiğimde de merak etmiştim. Çığlık çığlığa oradan kaçamadıkları için donup kalmış evler; yüzlerindeki gün gibi aşikâr delilikle bu soruya yanıt veriyor.
Jetlerin 8 Mart mitingine katılacak kadınlara dehşet salmak için gökyüzünde turladığı şehri ardımızda bırakıyoruz. Boş, ağaçsız bir ovadan, yol boyunca tarlalardan ayıklanmış taş kümelerinin yanından geçiyoruz. Bu insansız topraklar ve taş kümeleri kötü bir önsezi gibi insanı biraz sonra göreceği manzaraya hazırlıyor.
Çoğumuzun zihninde Nazi kamplarından bu yana yer etmiş bir imgeye yan gelip kurulmuş binalar topluluğu, gözetleme kulesi, kum torbalarının ardındaki sığınaklarında bekleyen askerler ve dik köşeli, tanımsız bir renge boyalı duvarlarıyla gerçeğine benzemek için çizilmiş bir dekoru andırıyor.
Taştan ve demirden değil; dehşet verici bir imgeden yaratılmış bu bina; gerçeğine benzetmek için inşa edilmiş bir şey. Binadan çok bir fikir; insanı baştan ayağa sarsan da bu... Cisme bürünmüş bu evrensel gözdağı simgesi, bulunduğu ıssız ovanın ortasında bütün dünyaya dişlerini gösteriyor.
Belki ovanın ortasındaki bu şeyin, dayanılmaz ölçüde yıkıcı imgesi, belki bu manzaraya dayanabilmek ve o binanın içindeki insanları arkanızda bırakıp dönebilmek için zihin bir tür uyuşukluk halinden, bir tür teslimiyetten medet umuyor.
Yine de insanın, güneşin altında uyuyan sürüngenler gibi, bir rüyadan süzülüp giderken her şeyi en ince ayrıntıya kadar algılıyor olması dünyanın en tuhaf şeyi.
Böylece uyuşukluk gibi görünenin tehlikedeki ya da avdaki bir hayvanın yarı bilinci olduğu ortaya çıkıyor. Ve sarsılan akıl acınası bir alışkanlıkla olanı biteni akla sığdırmaya çalışıyor.
Nedenler bulmaya, insani olmayanı, insanileştirmeye çalışıyor. İşte o zaman hâlâ insan kalan şey, tek oyunu, pençesini kemirerek tuzaktan kurtulmaya çalışan hayvanın lehine kullanıyor.
Zihin taşın arasından sızan en küçük insanlık belirtisini yakalıyor, hepsinden biraz daha az kaba olan bir sözcük, masanın arkasındaki adamın bedeninin gevşekliği, yarısı çözülmüş bir bilmece, bir kadın gardiyanın kaşına gözüne gizlenmiş sofraya yemek yetiştirme telaşı...
Muharrem orada, sayısız kapıların, el röntgenlerinin, soru dolu yüzlerin, mermi sürülen silahların, bilgisayar kayıtlarının, aramaların, güvenlik kameralarının ardında.
Muharrem parmaklıklı camın öbür tarafında bizi görünce şaşırıyor. Elimizde telefonlarla anlaşmaya çalışıyoruz.
Ne zaman arasam JİTEM duruşmalarında olan Muharrem; gazeteyi açınca fotoğrafını insan kemiklerinin çıktığı çukurların başında gördüğüm Muharrem. Yazar, avukat, İnsan Hakları Derneği (İHD) genel başkan yardımcısı; Uluslararası PEN Türkiye Merkezi Hapishanedeki Yazarlar Komitesi üyesi, arkadaşımız Muharrem Erbey.
Taş atan çocuğumuzun elinden taşı alan, 1.5 yaşında bebek Mehmet Uytun gaz bombasıyla yaralanıp hastanede ölümle pençeleşirken kederine, bir cep telefonu mesajıyla hepimizi ortak eden Muharrem.- İnsanlığın yanına kâr mı kalır sandın Muharrem?-
Muharrem'in tel çerçeveli gözlüklerinin ardındaki sakin mavi gözleri her zamanki yumuşaklığıyla bakıyor.
Cezaevinden yazdığı mektupta anlattığı gibi, çocuk istismarının engellenmesi, kadın hakları konulu projeler yaparak finansal kaynak sağladığı; İsveç, Belçika, İngiltere parlamentoları ve Cenevre'de Birleşmiş Milletler'de yaptığı konuşmalar kast edilerek yurt dışında devleti küçük düşüren konuşmalar yaptığı; iki yıl içinde yüzlerce kez yerel ve uluslararası tüm televizyonlara ve gazetelere ayrımsız röportaj ve demeç verdiği halde Roj TV'ye neden katılıp konuştuğu için suçlanıyor.
İki yıl içinde yüzlerce basın açıklaması yaptığı ve hakkında bir tane dahi soruşturma ya da dava açılmadığı halde, basın açıklamaları ile askeri, polisi küçük düşürdüğü, örgüte moral ve motivasyon verdiği, halkı galeyana getirdiği gerekçesiyle suçlanıyor.
Mektubunda şöyle diyor:
"Sorgu hâkiminin ilk sorusu neden ücretsiz örgüt davalarına girdiğim şeklindeydi. İHD'ye işkence ve kötü muamele, yaşam hakkı ihlali, mayın patlaması sonucu ölüm veya yaralanma, düşünce ve ifade hakkının engellenmesi vb. nedenlerle başvuruların mağdur kimliğini esas alarak insan hakları savunucusu kimliğimle bazı davalarda ücretsiz hukuki destek sunduğumu belirttim.
"Biz insan hakları savunucularının dünyanın her yerinde yaptığı işi, Diyarbakır'da yapınca örgüte yardım etmek olarak değerlendirmenin doğru olmadığını, başvurucunun siyasal kimliği ile değil, mağdur kimliğiyle ilgilendiğimizi, Derneğimize asker babası, polis eşi, koruculuk yapan, siyasal ve toplumsal olaylarda yaralanan, tutuklu olan PKK'lilerin, başörtülü genç kızların kısacası herkesin başvurduğunu belirttim.
"Hak savunucusu olmanın gereği 'mağdur olan kişinin işine, cinsiyetine, kimliğine, siyasal tercihine bakmayız' dedim. Ama hâkim tüm bu çalışmaları 'örgüt' adına yaptığımdan bahisle beni tutuklamaya sevk etti. Sabah saat 04:30'da cezaevine getirildik."
Muharrem'i o cezaevinde Ayşe Berktay ile birlikte ziyaret ettik. Muharrem'e Aslı Erdoğan, Müge Sökmen, Meltem Ahıska, İnci Aral, Müge İplikçi, Hasan Öztoprak; Ece Temelkuran imzalı kitaplarını Lal Laleş, Vecdi Erbay, Tarık Günersel, Osman Kavala selamlarını yolladılar. O da herkese selam etti.
O kaldı biz çıktık.
Bir yeğeni 20 yıllık hayatı için 24 yıllık "bedel ödeyecek", diğeri şehit olan şoförümüzü ziyaretçilerin yanlarındaki eşyaları bıraktığı, küçük bir kantinin de bulunduğu bekleme salonunda, yere yayılmış geniş kilimlerin üzerinde namaz kılarken bulduk.
Namazının bitmesini beklerken ovaya baktık. Cezaevinin çevresinde boş, ağaçsız ova, sesini bizden saklıyor. Yemek ve belki biraz şefkat umuduyla gelip çamurlu toprağa kıvrılıp yatmış siyah beyaz bir köpek çevrede görünen tek hayvan...
Dışarısı; bizi bekleyen arabanın bulunduğu yer, çamurlu su birikintileri ve bir- iki baraka dışında açık görüşe gelen Hizbullah davası yakınlarının topluca geldiği minibüslerle dolu.
Kasvetli öğlen vaktinin ışığında ovanın orasında burasında ikili üçlü gruplar halinde dağılmış kadınlar simsiyah, ince, uzun lekeler halinde bizim dünyamıza olduklarından da uzak görünüyorlar.
Ama küçük bir parçası bile görünmeyen, tümüyle siyah örtünün altındaki beden, öyle çok şey söylüyor ki, duymamak için insan eliyle kulaklarını kapatmak zorunda kalıyor.
Namazını bitirip direksiyona geçen şoförümüz yol boyunca yanından geçtiğimiz siyah gölgelere bakıp böyle dindarlık olmayacağı yolunda sözler mırıldanıyor.
Cezaevinden döndüğümüzde, politik mücadelenin içindeki bir kadın arkadaşımız, Diyarbakır kocaman bir cezaevi bizim için, diyor. Tatile gittiğimizde ya da herhangi bir nedenle buradan ayrıldığımızda başka bir hayatın da mümkün olabildiğini görüyoruz. O zaman şaşırıyoruz, hüzünleniyoruz ve şöyle düşünüyoruz: Böyle bir hayat varmış. Bu hayat gerçek olabilir mi? Biz de günün birinde böyle yaşayabilecek miyiz?
Cezaevine benzese de benzemese de Diyarbakır, çok yorgun bir şehir artık. Daha iyi bir dünya için mücadele ediyor olmanın şehrin yüzüne verdiği o güzelim pırıltıya rağmen ancak şairlerin fark edebildiği yorgunluk; Diyarbakır'ın etinden kemiğinden sızıyor.
Barışı beklemekten yorgun düşmüş Diyarbakır. Umudunun son kırıntılarını, bir kardeş eliyle yine karşındakine uzatıyor. Ama her halaya katılmaktan yorgun artık... Hep umut etmekten, ölümlerden, silahlardan, bir gece evden götürülüp de gelmeyenlerden, korkunç hikâyelerden, pervasız cinayetlerden, utanmaz katillerin elini kolunu sallayarak dolaşmasından, param parça gelen evlat ölülerinden; hep özür dilemeye çağrılmaktan yorgun.
Taş atan çocuklarıyla, barış anneleriyle, bendirleri, halaylarıyla yorgun... Dostlara ikram edilen mehirleriyle, ciğer kebaplarıyla bile yorgun. Buna rağmen şehir, çocuklarını vermeyecek; onursuzluğa, zalimliğe boyun eğmeyecek; her taştan okunuyor bu; kuşların bile dilinde bu.
Orada, dağlarda "ya onurlu yaşam ya görkemli direniş" diyen çocuklar "fedaice" ölmeye -öldürmeye- hazırlanıyor. Matematik okuyan, tıp okuyan, tarih okuyan, sinema okuyan çocuklar, hiçbir şey okumaya fırsat bulamamış çocuklar; hepsi de analarının kuzusu çocuklar...
Herkes elinden geleni yapsın. Jetlerin gölgesindeki mitinglerin görkemine, mücadelenin gücüne, her şeye sinen o hüzün verici coşkuya rağmen yaralı şehir, yaşamdan çok ölümü bilen kadınların bıçak gibi keskin zılgıtlarıyla bir Doğu akşamı misali, kopkoyu, içine kapanıyor... (AD/BB)