Surp Gragos Kilisesi'ndeyiz, köklerinin toprağını sardığı ve tabanına kilim olmuş incir ağaçlarının içinde kalmış bir kilise...
Diyarbakır'ın evlerinin , yapılarının çatıları toprak ve samanla yapılırmış... O nedenle her sene çatıların bakıma ihtiyacı olurmuş... Yağmur ve kardan sonra çatılar loğ taşı ile sıkıştırılmazsa yıkılıverirmiş...
Hele ki, çatıların altında insanlar yaşamazsa , "sahipsizlik" yıkıverir her birini... Kim bilir Diyarbakır'da nice çatılar sahipsizlikten yıkıldı , döküldü.
Zulmün topraklarında sahipsizliğin izlerini bir karıncanın adımlarını duyarcasına hisseden yürekler, nice katliam ve acıların tanıklarıydı.
Bin yıllık sessizliğin, onlarca uygarlığın kök saldığı ve beşik gibi sallandığı bu topraklarda "Dicle"nin kanlanmış renginden geriye kalan ise tarihi yapıların taş işlemeciliğindeki bilmecelerin izlerinde... Solukların rüzgâra karışan o seslerini duyar mısınız?
İşte bir Ermeni kilisesindeyiz...
Çatısız... Taş duvarlardan ibaret. Yabani otların bittiği, yabani ot ve bitkilerin yeşerdiği bir kilise var ki, toprak ve samanla yapılan çatısı sahipsizlikten doğaya yenik düşmüş.
Diyarbakır kültürünün duayenlerinden saydığımız Sevgili Mehmet Mercan'ın anlattığına göre böylesi çatıların ömrü en uzun üç yılmış... Surp Gragos Kilisesi'nin çatısı on yıl dayanabilmiş...
Kilise'nin artık çatısı yok. Yağmurlar, karlar eritivermiş. Mavi gökyüzü çatısı olmuş... Tıpkı beyaz patiskalarla çevrili tahtlar gibi... Geceler yıldızlı çatı, gündüzler mavi örtü...
Dünyanın çeşitli ülkelerinde yaşayan o tehcir denilen "kıyımın" torunları Diyarbakırlı Ermenilerin katkılarıyla korunmaya çalışılan 1.560 yıllık Surp Gragos Kilisesi'nin taş duvarlarına çok acılar sinmiş ...Yangın felaketi de vurmuş kiliseyi...
Birkaç yıl önce ise Patrik sahip çıkıyor. Şimdi kültür merkezi olarak restore edilecekmiş.
Cemaatsiz kiliseler insansız evler gibidir.
İşte bu Ermeni kilisesi de cemaatsiz ve sahipsiz kalıverince "duvarları" uzanıvermiş köksüz bitki olan sürgün çiçeği lotus gibi gökyüzüne...
ABD'de yaşayan Udi Yervant Bostancıyan çatısız kilisenin içinde çocukluğu ile yüzleşiyor... Kalabalıkların sığmadığı çocuk dualarda...
Bostancıyan, kandil yaktıkları direklerin kancalarını gösteriyor... Yağdan kutularla...
Aram Ateşyan'dan söz ediyor, yanaklarından aşağı süzülen gözyaşlarını tutamadığı anlarda...
Bir zamanlar cemaate yer kalmayan bu kilisede çoğunluğun kilise dışında kaldığını anlatıyor. Çocuk oyunları geliyor aklına...
Şimdi anımsayamayacağımız nice isimler sıralanıyor... Kalaycı Pilo, Sobacı Nigos ve oğlu Kewo Niso ile yaşanan anılar dökülüyor çatısı gökyüzü olan kilisenin içceğizine... Geceleri ise yıldızlar cemaatsiz kilisenin kandili olmalı...
Yüreğimizin acıdığı an/lar...
Babam... Gariban kuş beslerdi... Babama "keke" derlerdi...Cemil Paşa Konağı'nda yaşıyorduk. Ferik Keko paşalarla yan yanaydık... Bahtsızlık... Cahildik... Sürgüne giden insanlar acılı... Ağlarım, gülenim yok. 5-6 yaşlarındaydım . Kuş beslerdik. Babam puşi yapardı. ......
Fatih Paşa mahallesindeki Surp Gragos Ermeni Kilisesi, Keldani Kilisesi, Ali Paşa mahallesindeki Markozma Rum Kilisesi, Hüsrev Paşa mahallesindeki Protestan Kilisesi, yakınındaki Katolik Kilisesi, İçkaledeki Saint George Kilisesi...
Bölündük, parçalandık
Yazar Mehmet Mercan'ın sözleri yüreğimizi yakıyor bin kez;
Diyarbekir'de Hıristiyan, Rum, Yahudi, Süryani, Keldani, Ermeni ve Müslümanlar iç içe yaşarlarmış... 1939'da Fatih Paşa Mahallesi'ne taşındık. Sosyetik Ermeniler, gayrimüslümler çoğunluktaydı. Hastalarımıza koşardık. Can ciğerdik,yemekler yerdik. Ermeniler, Yahudiler, tümüyle, havra olan yerdeydik. Diyarbakır Ahmet Arif sokağında ise Yahudi mahallesi vardı. Siyaset, rant uğruna bölündük... parçalandık.
Binlerce medeniyete beşiklik etmiş toprakların "ibadethanelerin" yıkık dökük tavanları, duvarlarında izlerin sesi incir ağaçlarının dallarından gelen esintiyle kayboluyor... (VK/TK)