29.01.2014 tarih ve 28897 sayılı Resmi Gazete’de yayınlanan “Yükseköğretim Kurumları Yönetici, Öğretim Elemanı ve Memurları Disiplin Yönetmeliğinde Değişiklik Yapılmasına Dair Yönetmelik”, yükseköğretim kurumlarında görev yapan birçok kişiyi infiale sürükledi.
Bu bağlamda özellikle de yönetmeliğin 3. maddesinin değişiklik yaptığı yönetmeliğin 6. maddesine ek bir bent getirerek “bilimsel tartışma ve açıklamalar dışında, yetkili olmadığı halde basına, haber ajanslarına veya radyo ve televizyon kurumlarına resmi konularda bilgi veya demeç verme”yi de kınama gerektiren bir suç olarak tanımlaması; keza 6. madde ile de tadil edilen yönetmelikteki 9. maddeye “Ders, seminer, konferans, laboratuar, grafik çalışma, sınav gibi öğretim çalışmalarının yapılmasına engel olmak, görevlileri, öğrencileri eğitim-öğretim alanı dışına çıkartmak, görev yapılmasına engel olmak, öğrencileri bu tür davranışlara teşvik etmek veya zorlamak ya da bu maksatla yapılacak hareketlere her ne suretle olursa olsun iştirak etmek” şeklinde bir disiplin suçu ilave ederek söz konusu suçu da kademe ilerlemesinin durdurulmasıyla cezalandırmayı öngörmesi; hem sosyal medyada, hem de yazılı ve görsel basında sık sık eleştirildi.
Görünüşte bu noktadaki eleştirilerin haklı olup olmadığı konusunda verilecek hukuki bir cevap, bugünlerde üniversitelerimizde muhalif kimliğe sahip herkesi ilgilendiren temel bir konudur.
Ancak ülkemizde uzunca bir süreden beri devam eden “devlet krizi” ve bununla bağlantılı olarak bilinçlerde, yürütme erkince yapılan her türlü idari işlemin arkasında farklı bir ajanda olduğuna yönelik –aslında doğru olan- ön-belirlenim ne yazık ki bu sefer, en azından ilk tepki olarak yanlış bir noktaya odaklanılmasına neden oldu. Zira, en kaba haliyle, aynı yönetmelik ilk değinilen disiplin suçunu değişiklikten önce daha ağır bir şekilde (kademe ilerlemesinin durdurulması ile) cezalandırıyor; ikincisinin bir kısmını kademe ilerlemesinin durdurulması, diğer kısmını ise üniversite öğretim mesleğinden veya kamu görevinden çıkarma ile karşılıyordu. İkincisi bakımından tek fark, eski düzenlemede açık bir şekilde “cebir ve şiddet kullanılarak” ifadesi mevcutken, yeni düzenlemede aynı söz grubunun yokluğundan ibarettir. Her ne kadar ilgili unsurlar niteledikleri eylemlerin içinde var olsalar da (çıkartmak, engel olmak, zorlamak); Türkiye’deki hukuk uygulamasında çoğu zaman idarenin ve mahkemelerin algısının bu yönde gelişmediği, bu bağlamda ilgili bendin kapsamına dâhil edilebilecek disiplin suçlarında bir genişleme olduğu; buna mukabil söz konusu suçların cezalarında ise kısmi bir hafifletilmeye gidildiği söylenebilir.
Kamuoyunda şu veya bu şekilde tartışılmaya açılmış diğer disiplin suçlarının da değişiklik öncesinde yönetmelik metninde aynıyla yer aldığı ayrıca belirtilmelidir. Tam da bu nedenle, tartışılması gereken husus yön değiştirerek yeniymiş gibi görünen disiplin suçlarından metinden ayıklanmış olan disiplin suçlarına kaymalıdır. Bu kapsamda aslında yönetmeliğin asıl amacının, 2. maddesinde yer alan “Yükseköğretim Kurumları Yönetici, Öğretim Elemanı ve Memurları Disiplin Yönetmeliği”nin 4. maddesinin birinci fıkrasının (c) ile (f) bendi ve (g) bendinin birinci paragrafını, bir başka deyişle “yönetim görevinden ayırma”, “görevinden çekilmiş sayılma” ve “üniversite öğretim mesleğinden çıkarma” cezalarını yürürlükten kaldıran hükümle bağlantılı olduğu açıktır.
Bu hükmün doğal sonucu olarak, aynı yönetmeliğin 7. maddesinde “yönetim görevinden ayırma” ile cezalandırılan, yönetimi altındaki kurumdan mevzuat dışı menfaat sağlamak, bir üst yönetici veya kurulun hukuka uygun emirlerini yerine getirmemek, yönetimi ile sorumlu olduğu yerde huzurlu çalışmayı sağlayacak önlemler almaktan imtina etmek, makam veya resmi hizmete mahsus taşıtı yasal sınırlar dışında kullandırmak, bilimsel denetim kapsamındaki fiilleri icra etmemek, yazılı uyarıya rağmen kurulları toplamamak, sorumlu bulunduğu birimin idaresinde ihmalde bulunmak veya görevini gereğince yerine getirememek; 10. maddedeki “görevden çekilmiş sayılma” başlığı altında düzenlenmiş, mazeretsiz olarak tayin edildiği göreve 15 gün içinde başlamama, mazeretsiz olarak görevi 10 gün terk etmek, üyesi bulunduğu kurullara mazeretsiz olarak belirli defalar katılmamak; 11. maddenin (a) bendinde yer alan “öğretim mesleğinden çıkarma” içinde tanzim edilmiş, izinsiz olarak yükseköğretim kurumlarından başka yerlerde çalışmak, öğretim çalışmalarına engel olmak, intihal suçları da ilga olmuştur.
Yükseköğretim Kurulu tarafından yapılan basın açıklamasında, Danıştay Dava İdareler Genel Kurulu’nun 2012/1698 karar sayılı dosyada Yönetmeliğin 4. maddesinin (c) bendini; 2012/1218 sayılı kararında aynı maddenin (g) bendinin birinci fıkrasını; keza 2012/1333 sayılı kararıyla da maddede yer alan “görevden çekilmiş sayılma cezasını” iptal etmesini söz konusu maddelerin kaldırılmasına gerekçe olarak gösterdiği anlaşılmaktadır.
Dökümünü yapmaya çalıştığımız fiillerden Yüksek öğrenim Kurulu’nun (YÖK) sadece, “yazılı uyarıya rağmen kurulları toplamama”yı kınama; öğretim çalışmalarını engellemek olarak özetlenilen fiili (birinci paragrafta ele alınan fiillerden ikincisi) kademe ilerlemesinin durdurulması; intihali ise kamu görevinden çıkarma ile cezalandırdığı görülmektedir.
Böylelikle YÖK’ün bu değişikteki asıl amacı daha net bir biçimde açığa çıkmaktadır: mahkeme kararlarının arkasına saklanarak, 1- eskiden disiplin suçu olarak tanımlanan ve yöneticilik görevinden kaynaklanabilecek bir alanı dekriminalize etmek, 2- Her ne kadar 02.01.2014 tarih ve 6514 sayılı “Sağlık Bakanlığı ve Bağlı Kuruluşlarının Teşkilat ve Görevleri Hakkında Kanun Hükmünde Kararname ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun’un 14. maddesiyle 2547 sayılı Yükseköğretim Kanuna eklenen geçici 64. maddeye göre mesai saatlerin dışında serbest meslek faaliyetinde bulunmakta veya özel kuruluşlarda çalışmakta olan öğretim üyeleri üç ay içinde faaliyetlerini sona erdirmek veya üniversite ile olan ilişkileri sona erdirmek zorundaysa da, yükseköğretim kurumlarından başka yerlerde çalışmanın en azından yükseköğretim alanında kamu görevinden çıkartmaya matuf bir disiplin suçu olarak tanımlanmasının önüne geçmek.
Bu açıdan YÖK, üniversite yapımızda bugün hakim olan yöneticileri özellikle de “devlet krizi” nedeniyle yaşadığımız ve tahminen yaşamaya devam edeceğimiz fırtınadan bir şekilde korumak istemekte, ayrıca da özellikle ticarileşen bir üniversitede öğretim üyelerinin yükseköğretim kurumu dışındaki faaliyetlerinin hemen kamu görevinden uzaklaştırılmasına neden olmamasını sağlamaya uğraşmaktadır.
YÖK’ün mahkeme kararlarının arkasına saklandığı tespitinin başka açıdan teyidi ise, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin (AİHM) kamu çalışanlarının grevi nedeniyle Türkiye hakkında verdiği ihlal kararlarını ve bunlara uyan idare mahkemelerinin yarattığı içtihadı hiçbir şekilde dikkate almayarak ısrarla, grevin kamu görevinden çıkarma ile tecziye edilmesini düzenlemiş olmasıdır. Kısaca YÖK, bugün açısından kendi meşrebine uygun olan mahkeme kararlarını ön-plana çıkarırken, diğerlerini göz ardı etmeyi başardığını kanıtlamıştır. İşin ilginç olan tarafı ise Kurul’un, daha önceki düzenlemede aynı bentte yer alan “cumhuriyetin niteliklerinden herhangi birini değiştirmeye veya ortadan kaldırmaya yönelik eylem yapma”yı madde metninden çıkarmış olmasıdır. Bunun özellikle günümüz konjonktüründe nasıl okunacağı açıktır ve belki de bunun da bahis konusu yönetmelik değişikliğindeki üçüncü temel amaç olarak nitelendirilmesi uygun olacaktır.
Değinilen bu hususlardan sonra, aslında başta değerlendirilen iki hüküm, özellikle de cezaların eski düzenlemedekine nazaran hafifletilmiş olması nedeniyle, YÖK tarafından uzatılmış bir havuç gibi gözükmektedir. Nitekim özellikle ilk değinilen hükmün neden böyle bir gürültüyle karşılandığının anlaşılamadığı basın açıklamalarında da açığa çıkmaktadır. Keza “aylıktan kesme” nedeni olan, ikamet edilen ilin sınırlarını izinsiz terketme, toplu müracaat, bilimsel ihtisası ile ilgili olmayan yasaklanmış her türlü yayının görev mahallinde bulundurma disiplin suçlarının ilgası; Yüksek Disiplin Kurulu olarak YÖK Genel Kurulu’nun tanımlanması uzatılan havucun diğer parçalarıdır. Fakat YÖK nalıncı keseri misali kendine yonttuğu kısımlar hariç aslında sopayı elinden bırakmamış, 12 Eylül’ün kurduğu ana yapıyı muhafaza etmeyi sürdürmüştür.
Tüm bu dekorda trajikomik olan ise, havucun sopa olarak algılanmış olmasıdır. Bunu da 30-35 yıldır yenilen dayağa vermekten başka, ne yazık ki elimizden bir şey gelmiyor. (BA/EKN)