Fotoğraf: Diş hediği töreni - https://aregem.ktb.gov.tr/
Hayli uzun yıllar olmuş bebeklik yıllarımın ritüelinden akılda kalan. Doğal olarak kendiminkini hatırlamıyorum. Anam yıllar yıllar sonra anlatınca, onun üzerine bilmiş öğrenmiştim.
Ama aklım biraz kesmeye, kavramaya başlayınca sormuştum da, ayrıntıları öyle öğrenmiştim. Sonra benden küçük kardeşlerimin diş hediğine de tanık olunca bilgiler pekişivermişti.
Bir yaş civarında çocuklar ilk diş(lerini) çıkardığında şehrin eski bazalt taş evlerinde ve komşu seslerinde tatlı telaş başlardı "hadi çocuğun diş hediğini ne vakit dökeceksiniz!"
Bilirler ve inanırlardı ki büyükler; izzet ve ikramlarla dökülmeyen/yapılmayan diş hediği ritüeli çocuğun dişlerinin eğri büğrü çıkmasına sebep olur(du).
O gün geldiğinde şehrin kadim mekânı Ulu Camii'nin yanıbaşına konumlanan çarşılardan biri bakırcılar çarşısındaki usta ellerce dövülüp kalaylanarak evlerin vazgeçilmezi olmuş, büyükçe bir bakır sininin ortasına oturtulurdu hedig çocuğu.
Sonra çocuğun etrafına rastgele serpilirdi makas, tarak, altın takı, ayna, kalem, kitap, para, tespih gibi bir sanatı, mesleği, işi çağrıştıran eşyalar.
Kaynatılmış buğday ve nohut karışımından oluşan hedigin bir kısmı soğutulur içine halka şeker, kuru üzüm ve ceviz içi katılır sonra hedig ve karışım çocuğun başından aşağı dökülürdü bir alayı vala ile. O esnada henüz yürümeye bile başlamamış ama emekleyen dişi damağında yeni patlamış hedig çocuğu, oyuncak sanarak önce dokunur sonra kapardı objelerden birini.
Dişleri inci gibi düzgün olanlardan bir yetişkin de hediği dişiyle ezsin diye hedig çocuğuna yedirirdi. Çokça yapılan diş hediği komşulara da dağıtılır, davetliler yer, evin pencere kenarı ya da kapı önü ve bahçesine de konurdu kuşlar da nasiplensin diye.
O tepsinin içinden artık neyi tutmuşsa hedig çocuğu eliyle, gelecekteki kaderini belirleyecek işi olarak varsayılırdı büyüklerce. Kimi ebeveynler üzülür kimileri sevinirdi.
Tarak tutmuşsa berber, makas tutmuşsa terzi, altın ya da para tutmuşsa zengin bir iş insanı, kalem, defter, kitap tutmuşsa okumuş bir devlet adamı olacağı var sayılırdı.
O gün, dişimi çıkardığımın haftasında dökülen diş hediğinden yedi koca tane ile bir parça şap, bir küçük mavi nazar boncuğu bir de çeyrek altın ipe dizilip boynuma takılmış. Boynumda kalmış o ipe dizili olanlar. O ilk çıkan ve sonraki günlerde peşpeşe çıkan dişlerimle ezmişim o küçük altını, hedikler ise ya düşmüş ya da yenilip yutulmuş. O dişimle ezilmiş çeyrek altın hâla durur bir anı olarak.
Ben kalem tutmuşum rahmetli anamın beyanınca. Ol sebeple yazmak/yazarlık düştü bahtıma...
Yıllar, hayli yıllar sonra çocukluktan başlayarak okuduğum onca kitaplardan öğrenecektim yazar olmak için kelimelerin seçilmesi gerektiğini. Onca tozun, toprağın, çamurun içinden temizlenip ayıklanarak seçilmiş kelimelerden oluşan cümlelerle ancak yazar olunacağını elbet!
Binler yıl evvelinden yaşanmışlıkları heybesine yükleyen kahin kişiye; henüz yolun başında olan biri sormuş; "sonum ne olacak" diye. "Yoluna harfler dizili, sonun onlarla olacak" demiş bilge kahin.
Sonrasında kahinin kelamınca yoluma dizilmiş harflerden müsemma kelimeler ise kifayetsiz kalmış sanki hayatı, başa gelen serencamı anlatmaya! Başa geleceklerden maada!
Çünkü ez cümle coğrafya hem kaderdir hem keder...
(ŞD/AÖ)