Tarih Başbakan'ın sözlerini onaylamıyor
Atıfta bulunduğu tarih Başbakan'ın sözlerini onaylamıyor. Geçen hafta sonunda TESEV tarafından düzenlenen Azınlık Hakları Konferansı'nda Mesut Yeğen'in tebliği, dinin son 85 yılda hiç de çimento olmadığını gün gibi serdi ortaya. Yeğen, 1920'de, Mustafa Kemal'in 'öz kardeş' olduklarını söylediği 'İslam halklarının' yani Kürtlerin, Lazların ve Çerkezlerin hukuki haklarının 1924'e gelene kadar nasıl ellerinden alındığını aktardı. Hele 1930-1990 yılları arasında -eğer Başbakan din kardeşleri olduklarını ima ediyorsa- Kürtler toptan yok sayılmış, asimilasyonist politikalara maruz kalmış, Anadolu yeniden ve büyük bir demografi mühendisliğine uğratılmış ve on binlerce insan ölmüşken, dinin bir çimento olduğu söylemi, bırakın politik olarak etkili olmayı, duyarsızlık içine saplanmışlığa işaret eder ve hâlâ yaşanmakta olan çatışmalarla dolu bir tarihi yok saymak anlamına gelir.
Erdoğan'ın bu sözlerinin tarihsel gerçeklikten mahrum olduğunu söyledikten sonra Başbakan'ın içine düştüğü teorik gaflete de işaret etmek gerekir. Erdoğan farklı etnik grupların varlığını kendince bir 'çokkültürlülük' tanımı içinde kabul eder gibi gözükürken, söylemin en muhafazakar kanadını kullanıyor; çokkültürlülükten yola çıkıp, yekpare bir ulus hayalinin peşine düşmekten alamıyor kendini. Başka bir deyişle, çokkültürlülüğü ulus devleti sorgulamayan, tarihi gerçekleri örtbas etmeye yönelik kullanmak istiyor. Fakat Erdoğan'ın bahsettiği tarih kimselerin unutamayacağı kadar yakın bir tarih. Dün, önceki gün, daha önceki gün....
Çimentonun harcında olmayan yüzde 1
Üstelik Başbakan Erdoğan bu sözüyle yüzde 99'u Müslüman Türkiyelileri sembolik olarak çimentoyla birleşmiş olarak görmek isterken, çok tanıdık, çok bildik bir ayrımcılığa yeniden düşüyor. Çoğunluğu simgesel olarak birleştirdiğini sanan Erdoğan, bölücü olması beklenen, çünkü çimentonun parçası olamayan azınlığı da onun karşısına koyuyor. Üstelik de "Türkiye Yugoslavya değildir, orada Sırp, Hırvat, Boşnak, hepsi ayrı dinlerin mensuplarıdır, aynı dinde olup farklı mezhepte olanlar da var" derken Başbakan, Avrupa Birliği dinamiklerini, demokratik bir çokkültürlülüğü bir kenara bırakıp, hâlâ farklılıkları bir ülkeyi bölen etkenler olarak değerlendiriyor. Böylelikle, çimentonun da dışında olanlar, iki defa ötekileştirilmiş oluyorlar: Azalta azalta bitiremediğimiz, Hrant Dink'in deyimiyle, "müzelik ettiğimiz yüzde 1."
Alt kimlik, üst kimlik, sübjektif kimlik, objektif kimlik tartışmalarına neredeyse her gün bir yenisinin eklendiği şu günlerde, Etyen Mahçupyan haklı çıkıyor, Herkül Millas'ın metaforunda. Millas, "Kimlikler guguklu saat gibidir, bazen bir kimlik çıkar, bazen diğeri"; Mahçupyan da "Peki ama ya saat bozuksa, ya saate hep dışarıdan bir müdahale varsa ve hep aynı kimlik çıkıyorsa dışarı" demişti.
İşte size dumanı tüten bir kanıt. Demokratik, çokkültürlü bir gelecek tahayyülüne açık bir müdahale. Hâlâ din, etnik kimlik, mezhep, ırk gibi unsurlarda bir birleştiricilik arama. Hâlâ yüzyılın başından kalma dinozorlaşmış bir milliyetçiliğe atıf. Hâlâ milli güvenlik devletinden medet umma. Hâlâ demokrasinin nimetlerinden uzak durma. Bu tavır, Anayasa'nın herkese eşit yurttaşlık hakları sağladığı ve bu haklardan yararlanılmasını olanaklı kıldığı -normalde bu ikisi ayrı ayrı olamamalıdır ama Türkiye'de teorik reform ile pratik reform arasında Abdullah Gül'ün de söylediği gibi kat edilmesi uzun bir mesafe olduğundan ayrı ayrı yazmak daha doğru- bir anlayışa ne denli uzak olduğumuzun göstergesi.
Oysa Baskın Oran ne güzel anlatmıştı; eğer demokratik devlet güçlenirse, devlet hakkını verdiği insana güvenebilecek hale gelecektir. Fakat Erdoğan, devletin halkına güvenmediğini Şemdinli olayında halkın tanık olarak dinlenemeyeceğini söyleyerek açıklamıştı. Kaldı ki, eğer güven müessesesi sorgulanacaksa, Şemdinli olayında, devletin halkına değil, halkın devlete güveninin nasıl sağlanacağı düşünülmeli ve Şemdinli'nin aydınlatılması bu yolda atılması gereken en hayati adım olarak algılanmalıdır.
Eşit, anayasal yurttaşlık
Geçen günlerde NTV'de yayınlanan kimlik konulu bir programın sonunda, konuşmacılar normalde tartışma programlarında hiç rastlanmayacak şekilde, anlaşmaya vardılar. Anayasanın tüm etnik tanımlamalardan, muğlaklıklardan, azınlık ve çoğunluk kavramlarından arındırılması, böylelikle demokratik, eşit, anayasal yurttaşlık ilkesinin benimsenmesinin gerektiğinde hemfikir oldular. Avrupa Birliği'ne doğru ilerleyen Türkiye'nin Başbakanı'nın dini, milliyetçi birleştirici referansları yeniden üretmek yerine, halkının güvenini kazandığı, halkını töhmet altında bırakmadığı ve anayasal yurttaşlık ilkesini savunduğu bir yaklaşımı yaygınlaştırmasını beklemek lüks mü? (TS/TK)