Sevgili Aytuğ,
Bugün, bütün gün nerden aklıma düştüyse, sadece çok azını bildiğim bir şarkıyı kontrol dışı bir şekilde, takılmış eski bir plak gibi tekrarlayıp durdum:
Le dotmam, le dotmame / Xeber hate min li ser eşqa dil / Eywax gul bu evindare bilbil / Bilbil xema qet naksine ji gul
Bu satırları okur ve telafuz etmeye çalışırken muhtemelen yüzünde muzip bir gülümsemeyle, bu da nereden çıktı, sen Kürtçe bilmezsin ki diyeceksin.
Doğru ben Kürtçe bilmem, ama bazı Kürtçe şarkılardan, bazı bölümler bilirim. Çoğu da bu şarkıda olduğu gibi, 1970'li yılların sonunda Şivan’ın ilkel şartlarda muhtemelen 50’inci kez kopyalanmış, ses kalitesi oldukça bozuk, gizliden gizliye el değiştiren bir teyp kasetinden öğrenilmiştir. Hani şu 1980 darbesiyle beraber yasak kitapların yanında toprağa gömdüklerimizden.
Sürekli tekrarlamaktan yorulunca, bugün bu şarkının neden dilime takıldığını sordum kendime. Acaba dedim, utanarak söylüyorum, artık neredeyse kanıksadığımız ve normali buymuş ve zaten böyle olurmuş gibi şöyle bir bakıp geçtiğimiz Suriyeli mültecilerin Akdeniz ve Ege’de kaçmaya çalışırken yakalandıkları ölüm haberleri mi neden oldu buna?
Ya da , okulların açılmasıyla birlikte gündeme getirilen ana dilde eğitim hakkı için bir haftalık okul boykotu girişimi mi? dedim.
Karar veremedim, belki her ikisi birden.
Şimdi, “ne alaka” diyeceksin, anlatayım:
Hatırlarsın, 1970’li yılların sonundan başlayarak, coğrafyamızdaki yüzbinlerce insan savaşlar ve çatışmalarla parçalanan hayatları, ceplerinde son umutlarıyla büyük göç dalgaları halinde vurdular doğu sınırlarından.
Önce İran İslam devrimi sürecinde ülkeyi terkeden Şah yanlıları, ardından iktidara gelen İslamcıların ayaklanma sırasında işbirliği yaptıkları solcuları hedefe koymasıyla gelenler, İran-Irak Savaşı’nın başlamasıyla diğerleri. Sonra Sovyet bloğunun dağılmasıyla bu ülkelerin insanları.
Ve sonra Halepçe’deki, artık Irak Yüksek Mahkemesi’nin de bir soykırım olarak tanımladığı, Saddam’in Enfal hareketinin bir parçası olan, katliam ve izleyen 1988 Kürt göçü. Ardından, 1991 baharında Kürt adının yasak olduğu günlerde o zamanki resmi söylemdeki adlarıyla “Kuzey Iraklılar”ın yüzbinlercesinin bir kez daha sınırın bu tarafındaki akrabalarına yüzlerini döndükleri Kürt göçü…
Bu arada,1990’i yılların zorunlu iç göç kurbanı Kürtlerden bahsetmiyorum bile.
Bunları okurken 1980’li yılların sonunda Sovyet-Afgan savaşı sırasında Türkiye’ye gelen Afganları atladın dediğini duyar gibi oldum ama aklımdalar. Tıpkı 1992-2000 yılları arasında süregiden savaşlar nedeniyle Bosna, Kosova ve Çeçenistan’dan büyük gruplar halinde gelenler gibi.
1989’daki “Bulgaristanlı soydaşlarımız”ın göçünü de unutmuyorum elbet. Haklı olarak Bulgaristan yönetiminin “asimilasyon politikası”ndan kaçan yüzbinlerce kişi, Kürtlerin, bırak asimilasyonu, varlıklarının dahi inkar edildiği cennet ülkemize sığınmışlardı devlet büyüklerimizin asimilasyonu yüksek perdeden kınayan açıklamaları arasında!
Ve şimdi de Suriyeliler geliyor sonrasını henüz göremiyoruz.
Farkında mısın, Türkiye 1951 yılında imzaladıktan ancak 10 yıl sonra yürürlüğe koyduğu, Birleşmiş Milletler Mülteciler Anlaşmasındaki çekincesini kaldırmadı hala. Bu çekinceye dayanarak, Avrupa ülkeleri dışından gelenlere mülteci statüsü vermiyor.
Yani “güneş doğu’dan yükseli(r)yor” hala ancak, doğudan gelenler bu ülkede yasal olarak kalmak gibi temel mültecilik haklarından hala yararlanamıyorlar. Geçen gün bir avukat arkadaşım 2014’de çıkarılan bazı yönetmeliklerle iyileştirilmeler yapıldığını, bazıları için bir tür geçici misafirlik belgesi düzenlenmesi gibi, ancak uygulamada değişen pek bir şey olmadığını anlattı.
Birden ne düşündüm biliyor musun Aytuğ, simdi sana yazdığım bu kişisel mektubu maazallah bazı Kürt arkadaşlarım okusalar, “Sen nasıl Kürt göçleriyle diğerlerini karıştırırsın! Kürtler bir başka ülkeye göç etmeye çalışmadılar, parçalanan vatanlarının üzerinde yer değiştirmeye, yapay sınırları aşmaya çalıştılar” diye itiraz ederler tahminimce. Haksız olduklarını söylemek zor ancak, “benim anlatmaya çalıştığım mesele bu değil”i açıklamak için bayağı dil dökmem gerekirdi herhalde.
Neyse, diyeceğim, bizim Niyaz da işte bu “Kuzey Iraklı soydaşlarımız”dan biriydi.
1993 yazbaşıydı sanıyorum, gitmeden önce senin de ara sıra uğradığın, Mülkiyeliler’in yakınındaki o evde yaşıyorduk.
İşte o günlerden bir gün, Sevgili Aytuğ, Erkan bana İngiltere’den arayan “eski bir tanıdığının bir arkadaşının kardeşinin”, yani bu kadar dolaylı, Güney Kürdistan'dan İngiltere’ye gitmek için Ankara'ya geleceğini, bizde birkaç gün kalıp kalamayacağını sorduğunu anlattı.
"Ben de senin itiraz etmeyeceğini varsayarak buyursun gelsin dedim" dedi.
Birkaç gün sonra bir akşam işten eve geldiğimde, oturma odamızda buldum ikisini. Yüzünde kocaman ancak tedirgin bir gülümseme olan, 19-20 yaşlarında, ince yapılı, orta boylu, dalgalı saçlı ve esmer, genç bir çocuk, yüz yüze tanıştığım bir ilk “Kuzey Iraklı”.
Karşılıklı gülümsedik, merhabalaşıp, adlarımızı söyleyerek tanıştık. Bu kadar!
Arkası gelemedi….Konuşamadık…
Çünkü, Niyaz benim konuşabildiğim iki dili Türkçe ve İngilizce, ben de Niyaz’ın konuşabildiği iki dili Kürtçe ve Arapça'yı bilmiyordum.
Böyle durumlarda sanıyorum en çok yapılan şeyi yapıp, birbirimize gülümsemeyi sürdürerek onun bildiği sayısı muhtemelen 10'u geçmeyen İngilizce, evindeyken dinlediği İbrahim Tatlıses şarkılarından öğrendiği üç-beş kelime Türkçe, Türkçe‘ye yerleşmiş bazı Arapça kelimeler ve benim de muhtemelen şarkılardan öğrendiğim üç beş kelime Kürtçe'den oluşan bir dilde, gündelik hayatı sürdürmeye çalıştık. Sözsüzlüğümüzün eksikliğini eller, kafa, yüz ifadesi gibi beden hareketlerinin kullanıldığı bir tür işaret diliyle kapamaya çalıştık, benzer durumlarda olduğu gibi, tabii ki yetmedi.
Zindan’daki oğluyla yakaladığı nadir bir görüş gününde, Kürtçe yasağından dolayı bildiği tek Türkçe kelimeyi oğlunun adının sonuna getirip, gözyaşları içinde “Kamber Ateş nasılsın” diye üst üste haykıran o Ana’nın hikayesini duymuş muydun? Elbette bizim durumumuz böyle vahim değildi sadece şu anda aklıma geldi de sordum.
Velhasıl, günler böyle geçiyordu.
Yaklaşık bir ay sonraydı sanıyorum, bir akşam, evde şarap eşliğinde güzel bir akşam yemeği yedik hep beraber. Ardından Erkan gömleklerini ütülerken, biz ikimiz, sarmaşıklar, kadife çiçekleri ve mor petunyaların süslediği, seni de daha önce birkaç kez misafir ettiğimiz balkona geçtik.
Balkonda birbirimizle “konuşamayarak” kalan şaraplarımızı yudumlamaya devam ettik. Sonra niye bilmiyorum bir şarkı mırıldanmaya başladım, öylesine. Ve birden Niyaz’ın bana o şarkıda eşlik ettiğini farkettim, derinden gelen hafif bir sesle birlikte söylüyorduk:
Xeber hate min li ser eşqa dil/ Eywax gul bu evindare bilbil/Bilbil xema qet naksine ji gul/
Ben ha bire ezberlediğim ancak anlamını bilmediğim, bu üç mısrayı tekrarlıyordum araya le dotmam’lar katarak, Niyaz alçak bir sesle şarkının tümünü söylüyordu. Ve birlikte sessiz sessiz ağlıyorduk.
İnanılmaz bir andı, aramızdaki o görünmez “sınırlar” birlikte söylenen bir şarkıyla yerle bir olmuştu sanki.
Niyaz, o akşam evimizdeki misafir olmaktan çıkıp, benim küçük kardeşim oldu, ben onun sahiden ablası. Evimiz, Niyaz’in misafir olduğu bir yer olmaktan çıkıp, evi haline geldi.
Yaklaşık 3 ay sonra gitti Niyaz.
Aradan bir yıldan biraz daha fazla bir zaman geçti. Unutmuyorum Ekim ayının ikinci yarısıydı, bir iş için Londra’ya gittim. Birkaç gün sonra da Niyaz’la, kendileri de oraya daha önce siyasi mülteci olarak gitmiş olan ağabeyi Rızgar ve İran Kürdistanı’ndan eşi Şirin ve iki aylık bebekleri Tara’nın yaşadığı Sheffield şehrine gidecektim.
Beni almaya Londra’ya geldi. Tren istasyonunda buluştuk. Ve gözlerimiz dolu dolu, ilk defa birbirimizle“konuşmaya" başladık;
Çünkü O, İngilizce öğrenmişti!
Simdi İrlandalı eşi ve iki çocuğuyla birlikte İngiltere’nin güneyinde yaşıyor ve bir avukat olarak göçmen davalarına bakıyor.
Şarkıya gelince; daha önce söylediğim kısmından fazlasını hala bilmiyorum, o üç mısraının anlamını da çok daha sonra öğrendim, taa ki yıllar sonra bir gün merak edip internetten baktığımda. Benim yorumumla; “Aşka dair bir haber geldi bana/(Duydum ki) Eyvah, gül bülbüle aşık olmuş/ Bülbülün ise gül derdi çekmeye niyeti yok” diyormuş.
Yani her durumda alternatif; aşık olan bir gül ve umursamaz bir bülbülden bahsediyor, yerleşik çilekeş bülbül imgesi yerle bir!
“Gerisi?” diyeceksin, gerisini merak edersen bir zahmet internetten bakıver artık, benden bu kadar!
Bu güzelim sonbahar şehrinden sıcacık selamlar.
Laila (LM/EKN)